4 Haziran 2013 Salı

Direniş

Toprağından mı, suyundan mı bilmem; bizim topraklarda üstündeki zibilyon gömleği çıkartmadan eleştiri getirebilme kabiliyeti maalesef çok zayıf.

Bir Atatürkçü ile, Atatürk'ün İttihat ve Terakki'deki yerini tartışın mesela...
Ailesi köklü bir Halk Partili ile İnönü'nün Lozan'da yaptığı hataları...
Ailesi köklü bir merkez sağ partili ile Menderes'in yaptığı hukuksuzlukları...
Ülkücü ile Türkeş'in neden ABD'de eğitim aldığını... 
Milliyetçi bir sunni ile dersim katliamını, 77 Mayıs'ını, diyarbakır cezaevini...
Osmanlı hayranı cahil kimseye "Osmanlı'da şeri hukuk ikinci plandaydı, şeriat ile yönetim yoktu yani" deyin; size verecekleri tepkiye donup kalacaksınız...

Bunun gibi yüzlerce örnek sayabilirim. Futbola hiç girmedim mesela... 
Eskiden hep, oluşturamadığımız bu tartışma ortamının her anlamda fanatizm kaynaklı olduğunu savunurdum. Taraf tutmak ile taraftarlık arasındaki farka bağlardım bu gerilim ortamını. 
Ama artık görüyorum ki; bunun altında yatan sebebin az bir kısmını oluşturuyor fanatizm. Asıl altında yatan sebep; fanatizmden öte Tanrılaştırmak, ve bilgisizlik...

Sen kafasında merkez sağ liderlerini -belki de farkında olmadan- putlaştırmış biriyle tartışıyorsun...
Sen kafasında Atatürk'ü ve silah arkadaşlarını -belki de farkında olmadan- putlaştırmış biriyle tartışıyorsun...
Sen kafasında Gezmiş'i, Marx'ı, Che'yi (ve hatta Castro'yu bilmediği halde) -belki de farkında olmadan- putlaştırmış biriyle tartışıyorsun...

Ve yine, bunun gibi yüzlercesi... Karşındaki bırak seni anlamayı; dinlemeyi bile "günah" olarak içselleştirmiş kendine. Kapatmış bütün kapılarını, kulaklarını. Dondurmuş aklını. Bir de üstüne bilgisizlik... Bilgi edinme konusunda anlamsız bir iştahsızlık... 


Ben büyüme çağımda Ak Partiliydim. Tam bir Erdoğan hayranıydım. Büyürken "cumhuriyet" hakkında öğrendiklerim; cumhuriyet hakkında her şey: tohumlarının ekildiği yıllar, ilk yılları, oluşan değişim, halk fırkasının kurduğu statüko, inkılaplar... Beni Erdoğan'ın kurduğu sisteme daha da hayran bırakıyordu. Ezber bozandı Erdoğan; statükoya başkaldırandı, özgürlükçüydü, aldığı müthiş halk desteğine rağmen demokratik kalmayı başaran bir liderdi...

Ak Partiye kapatma davası açıldığı zaman, nasıl ağlayarak dua ettiğimi ben billiyorum. "Bana özgürlükçü"leri ilk o dönem tanıdım diyebilirim. Ben "AKP kapatılmamalı, halk seçti bu partiyi, demokrasilerde bunun yeri yok" diyordum. Yanımda Ak Partili, özgürlükçü kimseler de vardı. Hepsi son derece destek veriyordu bu görüşlere, aynı fikir sofrasından hem de.

Konu "parti kapatma" olduğu zaman, ben bugünkü BDP ve eski uzantılarının -o dönem adı: DTP- kapatılmasına da karşı olduğumu söylüyordum. 
Demokrasi, aynı demokrasi... Oy verenler, her iki partiye de, insan...
AKP kapatılmasın diye hemfikir olduğum insanlar, DTP'ye aynı tavır alındığında iki türlü tavır alıyorlardı: ya umarsız bakıyorlardı, ya da kapatılsın istiyorlardı. 
O dönem anlamıyordum tabii; ama sonra anlıyor ki insan, DTP'nin kapatılmasını isteyen o topluluk, Kürt halkını ve Kürt haklarını kendince şeytanlaştırmıştı. "Kürdistan" dediğin an, şehadet getirmen gerekiyormuş gibi bakıyorlardı sana.
(Bu psikolojiyi anlamanız için Mehmet Altan'dan "Kürtler Şeytan Soyundan Mı" kitabını tavsiye ederim.) 
Oysa ki Kürdistan, coğrafi bir bölgenin de adı...
Çiller zamanında siyasi hakları sınırlandırılmasaydı Kürtlerin, bugün terör bu kadar büyümezdi, artık kapatılmasın, 21. yüzyılda nereden çıkmış bu diyorsun... PKK'lı diyorlardı sana. "Memleket neresi" diyorlardı...

Başörtüsü konusu patlak verdi sonra... Başarıyla geçirdiler yasaları. Üniversitelerde uygulamaya koydular. Destek verdim. Sağıma bakınca; bıyık altından sırıtarak mutlu olan insanlar görüyordum, soluma bakınca da bir kaygı: "ileride kamuya da sokacaklar..." diyorlardı. Ortaya bakıyordum; "devletin dini olmaz" minvalinde cümleler kuruyorlardı.
"Kamuya mı sokacaklar? Yok canım..." diyen oluyordu. Şaşırıyordum. "Neden? Kamuya girince ne oluyormuş, kime ne zarar?"

O dönem, liberallerde bir patlama oldu. Ben de aval aval "liberalim ben" diye gezmeye başladım ortalıkta. Özgürlükçüydüm çünkü; insanın özgür olması gerektiğini, devletin hizmet etmek için var edilen bir yapı olduğunu, herkesin kendi inanç ve doğrularını sonuna kadar yaşayabilmesini istiyordum.
O dönem farkında değildim, şimdi biliyorum: belirli bir idenin altına girdiğin zaman, tam anlamıyla özgür olamazsın... 

Yine zaman geçti... Birkaç ay önce özgürlükçü olanlar, Kürtlere verilen en doğal hakların karşısında duruyorlardı. Yine iki farklı tavır vardı: ya "bunlara çok yüz vermeyecen hacı" diyorlardı; ya da "burası Türkiye, beğenmeyen..."
Aa! Dur be yavrum! "Beğenmeyen İran'a gitsin" diyorlardı sana bundan bir vakit kadar öncesinde, sana n'oluyor?

Dedim ya... Yüzlerce örnek sayabilirim. Artık şunu idrak etmiştim: bu ülkede bir "özgürlük" problemi var mı bilmiyorum ama, "özgürlükçü" problemi yaşadığımız kesin. Kimse, kendi hayatına dokunmayan özgürlüklere sırt vermiyor. Ama mesele kendi fikrinin beslendiği duvara gelince, diğer insanları destek olmamalarından suçlamaktan da geri düşmüyor.

"Devlet"in yakın zaman farkı statükolar altında ne faşist uygulamalar yaptığına bakalım:



Sembolik bir fotoğraf. Kapalı kızlar üniversiteye başörtüleriyle alınmıyor ve ikna odalarına sokularak açılmaları için konuşuluyor. 
Bu zulme ses çıkaranlar, "kendine özgürlükçü" kimseler; devamına da iyi bakalım, olur mu?



                  
                                           -reyhanlı için-
 




                                            -uludere için-






                                               -1 Mayıs-





                                            


                                              -29 Ekim-


Her protestoya... Her yürüyüşe... Daha niceleri var koymuyorum fotoğrafını: femen yürüyüşü, 19 mayıs, bakana protesto...

Bugüne gelelim.
Taksim'de Gezi Parkı diye bir yer varmış. Ömrü hayatım boyunca bir kez gittiysem, yerini biliyorsam namerdim. 
Buraya bir kışla, avm ya da her ne sikimse; bir şey yapılacakmış. Bunu duyan çevreciler, oraya gitmişler. Çadır kurmuşlar. Oturma eylemi yaparak, "doğayı katletme" demişler.











Protesto yok... Küfür yok... Slogan da yok... Dozerler gelmiş sonra Gezi Parkı'na, yıkacağız demişler. Bir-iki bakıldıktan sonra, ortada bir hukuksuzluk olduğu da ortaya çıkınca topluluk artmaya başlamış.
Durun! Taş sopa yok henüz... Hukuksuzluğa rağmen polis gelince oraya, kitap okuma eylemi yapılmış. Süreyya Önder siper olmuş dozerin karşısına.

İç işlerinden, emniyet müdüründen, bakanlıklardan, kışlayı yapacak inşaat firmasından bir açıklama? Yok!





Bu da sonradan gelen terörist çapulcular ve akıl almaz eylemleri:









Devamında da olaylar patlak veriyor. Bakın; ortada bir hukuksuzluk var, eyvallah. Ama hukuksuzluktan çok vicdansızlığa dokunmamız gerekiyor. Bu masum eylem nasıl bu kadar büyüdü, kitlelere; ilçelere, illere kadar uzandı ve hala dinmiyor? İlk günden bir kaç kareye bakalım:























Zorbalığın, orantısız gücün, zulmün meşruiyet kazandığı her şeyi reddediyorum. İdeolojik görüşünüz ve iktidarı kaybetme korkusuyla ortaya çıkan her gerçekte, yükselen her seste zorba kullandı Ak Parti statükosu. Bu zorbalığın elçisi olarak da polisi seçti. Uzun zamandır halka alınan bu tavır, poliste bir alışkanlık haline gelmiş olacak ki; çevreci bir eylemde bile açıklama yapmaksızın coplarla, biber gazlarıyla müdahale ediyorlar insanlara.
Üstelik alınan bu vicdansızca tavırdan sonra bir özür bile gelmiyor. Kalabalığın bu sefer de zorbalıkla ve zulümle dağılacağı bekleniyordu ki...

Bu sefer yemedi be gülüm! Bu sefer insanlar canının yanmasını, ölüm tehlikesini gaza alıp -pardon, göze alıp- döküldü sokağa "YETER!" demek için. 
Bir ağaç için mi diyorsun... Ben hayatımda hiç çevreci olmadım. Mesele ağaç değil evet; mesele 3-5 satır yukarıda görmüş olduğun fotoğraflardır. 

Mesele, dün hayatını kaybeden 9 ve 21 yaşlarındaki çocuklardır.
Mesele, her olayda sandıktan aldığı güçle halkının canını yakmayı hakkı gören insanlardır.
Mesele, zulme karşı ayakta durmaktır; partizanlıktan, idelerden her türlü alt kimliklerden sıyrılıp...
Mesele; bardağı taşıran son damladır. Direniştir, mesele. 

Ancak son birkaç gündür, direnişin fikri kavgasında gelinen noktanın "eöö o zaman siz de şunu yaptınız hadi bakalım" noktasına gelinmesi ise, bir hayli üzücüdür.

Yazının başında da söylemiştim; bizim toplulumuzda bir putlaştırma ve bilgisizlik sendromu yaşanıyor. Ortada dolaşan bunca fotoğraf ve videoya rağmen, vicdan ve inanç sahibi -olduğunu iddia eden- kimselerin, inat ve ısrarla Erdoğan'a arka çıkmaları bunun bir göstergesidir.
Ak Partili bir arkadaşım, olayların çıktığı ilk günde şunu demişti: "Neden bilmiyorum... Bu adam ne yapsa arkasında dururum ben... Ne yapsa ama... Padişahımız o bizim... Ne yapsa haklıdır..."

Şaka yapmıyorum! Allah herkese, bu cümleyi Peygamber Efendimiz için kurmayı  nasip etsin. Büyük bir iman göstergesi neticede. Her neyse...

İlk günlerde bir çaba içerisindeydim. "Hadi!" diyorum, "hadi! içiniz yanmıyor olamaz şu olup bitenlere; bir ses çıkartmanız gerekiyor" diyorum. Çıt yok... Neden? Nedenini anlatayım...

Öncesini klişe 1-2 cümle ile anlatabilecek kadar bildikleri "devlet" kavramını, "kendi kafalarında" adamlar ele geçirdikten sonra; devletin söylediğini "ayet" olarak içselleştiriyorlar. 
Öyle ki; örneğin "burada şunu yapıyorlar" dediğiniz zaman; "yasak ama kardeşim, dinleselermiş" diyorlar. "Gezi Parkı'nda bu eylem de mi yasak? Bu insanlara yapılan ne?" peki diyorsun; "gitmeselermiş" diyor.
Düşünemiyor, zamanında "başörtüsü ile okumak ve çalışmak" da yasaktı, biz bu yasağa başkaldırarak buralara geldik. 

Diyorlar ki; "tamam, polis haksız OLABİLİR. yanlış yaptığı şeyler OLABİLİR. ama oradakilerin çoğu..."

Bakın, benim inancım şudur: zulmün olduğu bir yerde en fazla sesi müslümanım diyenin çıkarması gerekiyor. Bununla ilgili onlarca ayet ve hadis mevcut. Ama sen; sevgili sözde mümin adam! Sen kıçını oturttuğun yerde, zulmün devam etmesi için dua ediyorsan, ölümün olduğu bir yerde hala "susun o zaman, gitmeyin" diyorsan, ayağa kalk da vicdanını bir tart derim.

Dış mihrapların, CHP'nin oyunudur bu diyen adam! Bu oyunun bitmesi, senin iman ettiğin adama bağlı değil mi? Bugün Arınç'ın dilediği kadar özür dilese... Projeyi geri çektim dese... Polisin de ufak bir kulağından çekse, meydanların dağılacağını sen de bilmiyor musun?
Madem dışarının oyunu bu; neden bozmuyor senin iman ettiğin adam? Neyin inadıdır bu vesselam?

"Oradaki çoğunluk..." masalları anlatan adam! Ben oralara gittim; oraları gördüm. Anlatayım: toplananların çoğu, flama-bayrak-ideolojik slogan istemiyorlar. Sabaha doğru ne kadar çöp varsa; ellerinden geldiğince toplamaya çalışıyorlar. Polis bir müdahale yapana kadar; yalnızca alkış tutup tribün marşı söylüyorlar.
Polis müdahalesi başladığı zaman kaçışanlar; nefes alamadıkları, yüzlerinin gözlerinin yandığı o kargaşada çarpıştıkları zaman "çok pardon... afedersiniz..." diyor. Apartman içlerine sığındıklarında, elinde limon-süt olanlar, kendi yanan canından önce tanımadığı adama yardım ediyor. O kalabalık ve kargaşada, apartmanda kalanlar rahatsız olmasın diye çıt çıkarmıyorlar.
Bedava yağmurluk dağıtıyorlar. Evden yemek getiriyorlar "nöbet devri" için.
Etrafı yakıp yıkmak isteyen provokatörlerin üstlerine yürüyorlar. Kıyıda köşede kıble hesaplayıp vakit namazlarını kılıyorlar. 

Biz de rahatsızız provokatörlerden, senin rahatsız olduğundan çok hem de... Hoş, senin hoşuna gidiyordur bu gelişmeler, vicdansız davanda haklı çıkıyorsun diye seviniyorsundur sen.
Ama; madem "YA TAMAM POLİS ŞEY DE ORDAKİLER..." masalları okuyorsun; gel de kalabalık et yanımda! Gel de çoğunluk biz olalım! Yiyor mu? 
Yok, gelirsen; hatta gelirsen değil, biraz olsun "hakkaten zulüm var lan, hakkaten ayıptır lan bu" dersen, içinden bile olsa, bir kere, şehadet getirmen gerekecek bir psikolojidesin sen. Diyemezsin o yüzden... Hissedemezsin de... 

Direnişçi kardeşim! Bizim görevimiz, sokağı provokatörlerden arındırmaktır. Sökülen kaldırım taşlarını yerlerine koymaktır. Elinde içki olanları evine yollamaktır. Haklı olduğumuz bu yolda, bizi haksız kılmaya güçleri yetmeyecek olsa bile karşı durmalıyız onlara. 
Sadece sokağı kirletenler, direnişin kirli yüzü olanlara karşı değil; ideolojik slogan atanları da susturmalıyız. Ben şahidim; İstiklal Caddesinde "Mustafa Kemal'in askerleriyiz" diye bağıran şuursuz grubu Çarşı'nın nasıl dağıtıp susturduğunun...
Ben şahidim; yanımda 3-5 çapulcu otobüs durağını yumruklarken onlara bağırdığımda, kovmaya çalıştığımda arkamdan gelen 100 kişilik gruba... 
Ben şahidim dayanışmamıza, haklılığımıza, niyetlerimizin iyi oluşuna... Gelin, herkesi bu tavra şahit yapmak için susturalım onları. Kovalım meydanlardan!

Direnişe bilinçli/bilinçsiz, çıkarcı/çıkarsız karşı gelen kardeşim! Ben başörtülüye zulüm edilirse de karşısında olacağım; Kürtlere, Alevilere, Ermenilere, sağcıya-solcuya zulmedildiğinde de. Benim Allah'ım bunu emrediyor, Peygamberin bunu öğütlüyor diye. İnsanım diye, vicdanlıyım diye, müslümanım diye...
O yüzden bana karşı tarafın absürd örnekleri sıralama, tutmaz. Sana tavsiyem; her gün oturduğun yerden bir kere gidip görmediğin insanlar hakkında atıp tutacağına, otur dua et bu iş bitsin diye. Gücün varsa siyasilere ulaş, soru sor "neden polis çekilmiyor, neden özür dilenmiyor" diye. Olur mu?

Ek olarak: Direnişte yapılanlarla ilgili çok daha fotoğraf ve video da mevcut internette. Buraya daha fazla koymayacağım o yüzden. Şu günlerde yükselen duygu ve tansiyonlarla edilen küfürler ağır kaçmış olabilir, ben kimsenin üzerine alınmasını istemem.
Attığım o ağır twiti şu koşullarda yazdım: Beşiktaş meydanında insanlar alkış yapıyor ve tribün marşları söylüyordu. Ne sökülen bir kaldırım vardı ortada, ne de ideolojik slogan... Sadece alkış...
Birden karşımıza 2 Toma ve polisler çıktı. İnsanlar geri çekildi. Geri çekilen insanların üstüne onlarca biber bombası atıldı, tazyikli su atıldı. İnsanlar ne olduğunu anlayamadan dükkanlara, apartmanlara sığındı. Nefes alamıyorduk. Gözlerimiz yanıyordu. Esnaf ve belediye çalışanları yüzümüze sprey sürüyor, limon sıkıyordu. Sonra bir daha biber bombası... Bir daha... Bir daha... Bir pasaja sığındım. Alt kadında bekliyorduk, içeri gaz girmene rağmen kepenkleri yarı açık tutuyorduk insanlar girebilsin diye. Yatsı ezanı yakındı; o kargaşada bir arkadaşım akşamı nerede kılabiliriz diye sordu, pasaj içinden biri bize yer gösterdi. Arkadaşım namazı kılarken, sıra bana gelmeden içeri, pasajın içine iki tane biber bombası atıldığını gördük. Arkadaşımın gözleri kıpkırmızı, namazı tamamlamaya çalışıyordu. Biz de onu bekledik canımız yanar ve ne olduğunu anlamaz halde. 
İçin sıkıldı mı? Devam ediyorum...
Seccade niyetine kullandığı tişörtü aldı arkadaşım, üst kata çıktık. Tüm pasaj duman altı olmuştu. "Ne oldu?" diye sordum. Aldığım cevap: "Bir adam geldi. "İçeri alıyor musunuz, nefes alamıyorum" dedi, "buyur kardeşim" dedik, "tamam o zaman, bir dakika" dedi, dışarı çıktı, maskesini taktı, altımıza iki tane biber bombası attı!"
Donup kaldım. Arkamdan ağlama sesi geliyordu, çığlık çığlığa...




Kız 12 yaşında... Dersaneden çıkmış, kör oldum diye ağlıyordu. Ortalık biraz durulunca sığındığımız yerde twitter'a baktım. Okuduğum birkaç twit: "iyi oluyor... vurun allahsızlara... kitapsızlar..."
Ne yazmamı bekliyordunuz? Hiç öyle ayaklanmayın bilmem ne demiş arkadaşına diye, futbolda tribünlerde söylediklerimizi alınıyor muyduk?
Burada da alınmayıverin... 

Selametle kardeşlerim! #direngeziparkı


































Hiç yorum yok: