30 Mart 2014
seçimleri, hiç kuşkuşuz Türkiye tarihinin görüp görebileceği en "ünlü"
yerel seçimi olacak. 30 Mayıs 2013'ten 31 Mart 2014: binlerce
makaleye malzeme verebilecek nitelikte ve nicelikte 10 aylık bir süreçten geçtik.
Siyasi, psikolojik, sosyolojik analiz ve gözlem yapmak için muazzam bir 10
ay...
Gezi Parkı ile başlayan; ölümler, çatışmalar, protestolar,
yolsuzluklar, hırsızlıklar, tapeler, casusluklar, cia'ler, mossad'lar,
otpor'lar, mitinglerle devam eden sancılı, gergin ve nefret dolu bir dönem.
Herkesin politize olduğu, taraftarlaştığı ve tarihimizde hiç olmadığı kadar ayrıştığı
bir dönem yaşadık, yaşıyoruz: Türkiye halkının ayrışma nedenlerine retrospektif
baktığımızda karşımıza "mezhep, din, dil, millet, siyasi görüş" farklılıklarından
doğan ayrışmalar çıkar. Bu, siyaseti en asgari derecede konuşan birinin bile
bildiği bir gerçektir. Ancak bugünün Türkiye'sine baktığımız zaman, yaşanan bu
keskin ayrışmanın sebeplerinin tek bir kelime ile açıklanamadığını görmek
mümkün. Bunun birincil sebebi "karşı taraf"a beslenen nefretin
bilinçli bir nefret değil, refleksif ve rejim dayatması bir nefret olması. Bu
konuya tekrar değineceğim, ben öncelikle bugün yaşanan bu ayrışmanın niçin çok
büyük olduğunu anlamamız gerektiğini düşünüyorum. Örneğin 14 yaşında bir
çocuğun ölümü ile dalga geçmenin siyasi bir duruş değil; ahlaki ve vicdani bir
duruş olduğunu düşünüyorum ve soruyorum: bir çocuğun ölüsü üstünden bir
toplum nasıl ayrışma yaşayabilir? Cenahları bir çocuğun ölüsü ile dalga
geçirten; bir çocuğun ölüsü üstünden komplolar kurdurtan nefret ve kuşkuyu ne
tür bir ayrışma yaratabilir?
Son bir kaç aydır benim de dahil olduğum bir görüş küllerinden
doğdu: halkı aşağılama, çoğulcu despotizme lanet okuyarak demokrasinin
doğruluğunu sorgulama, çoğunluğun içinde bulunduğu bilinçsizlik, cahillik ve
aptallıktan şikayetçi olma ve "bu milletten bir bok olmaz" minvalinde
nefret dolu söylemlerde bulunma... İtiraf etmek gerekiyor ki bu gergin ortam
hepimizi konjonktürün nazarında siyasi analiz yapmaktan ve çözüm üretmekten
alıkoydu. Farkındayım ki böylesine hukuksuzlukların, yasakların ve
mantıksızlığın olduğu bir ortamda sakin olmak mümkün değil. Ancak yine de
kendimize dönüp özeleştiri yapmadan ve 10 aylık süreci okumadan, Cihangir elitistinden
bir farkımız kalmaz.
Halk neden yeniden Ak Parti'yi seçti? Bu sonuç "halk
yolsuzluklara rıza gösterdi" şeklinde yorumlanabilir mi? Erdoğan İstanbul
ve Ankara'da oyunu nasıl arttırdı? Daha başka ne olması lazım bu oyların
düşmesi için? Bu gibi aslında soru değil şikayet olan yargıların cevabını
bulmak için, işte bu son 10 ayda yaşananların ve özellikle ayrışmanın
dinamiklerini, doğan bu sınır tanımaz nefretin nedenlerini okumamız gerekiyor.
Cevabın büyük bir kısmının "algı yönetimi" olduğunu ancak tüm
sebebin bu olmadığını hepimiz biliyoruz. Bu yüzden, her anlamda Türkiye
tarihinde siyasetin gündemini ve kutuplaşmayı belirleyen ana sebeplere
eğilmemiz gerekiyor.
Analiz başlıyor... (göndermeyi kesenler, fav)
Şu sıralar geçen yıllarda Ak Parti'ye verdiğim oyların nedenini
sorguluyorum. Cevap: Kucaklayacı bir dil, batılı bir vizyon ve muhafazakar bir
kemiğe sahip olduğu için oyumu veriyordum ben bu partiye. Özellikle mevcut
hükümetin halktan aldığı desteğin ivmesinin arttığı döneme bakacak olursak; ne
siyasal islamın Türkiye temsilcileri gibi bir retoriğe sahipti, ne de
milliyetçi, devlet tapıcısı eski Türkiye retoriğine... Meydanlarda Kürtleri de
kucaklayabilen bir başbakan; kazandığı seçimden sonra balkon konuşması yaparken
"bir gün herkes ak partili olacak" tezahüratlarını duyduktan
sonra "biz bunu istemeyiz; muhalefet demokrasinin
şartlarındandır." gibi erdemli, demokrat bir dille kendi tabanına
seslenen, onlara demokrasiyi öğreten bir başbakan... Eski askeri vesayetle
mücadele etmekten çekinmeyen, "seçilmiş"in "atanmış"tan
üstün olduğu inancı ile hareket eden bu adam, her nasıl oluyorsa milli görüş
gömleğini çıkarıp Avrupa Birliği'ne göz koyabiliyor, batının özgürlük/demokrasi
gibi henüz içselleştiremediğimiz modern değerlerini sahiplenebiliyordu. Örneğin
üniversitelerde başörtüsü meselesini salt bacı, iman, zulüm gibi metaforlarla
değil, "kılık kıyafet özgürlüğü" olarak değerlendiriyordu.
Bunun da ötesinde yeni nesillerin politik ve bilinçli olması gerektiğini
söylüyor, "ben bu koltuğa yapışıp kalmayacağım" diyor ve parti
tüzüğüne üç dönem kuralını koyuyordu. Başka? 1982 anayasasına kafa tutabiliyor,
şevkle bir "değişim"den bahsedebiliyordu. İstikrarlı, serbest
piyasaya ve özelleştirmeye dayalı bir ekonomiden söz edebiliyordu; tam
anlamıyla bir liberaldi... Üstelik dini ve ahlaki değerlerini koruyabilen bir
liberal! Peki, bu hükümete bugün neden oy vermiyorum? Uzun uzun yazmama gerek
yok sanırım. Yukarıda saydığım bütün maddelerden yoksun; özel teşebbüse "beymen'den
alışveriş etmeyin, hürriyet okumayın, dersaneleri kapatırım, siz de o okullara
çocuklarınızı vermeyin" diyerek karşı çıkan, ayrımcılığı "bu
ateistler, solcular; terörist bunlar... çapulcular... ayyaşlar..." deme noktasına kadar taşıyan (ki bu cümleleri
batıda bir yerde, vatikan'da falan bile demeye kalksanız ya deli der
tımarhaneye tıkarlar, ya suçlu der hapishaneye atarlar), gündem oluşturmak adına
"sivil hükümet" kimliğini kaybedip "rejim
devleti"ne bürünerek insanların doğum şekline, sayısına, yiyip
içtiğine, inancına, kılık kıyafetine varana kadar son derece totalitar
söylemler geliştiren; dış dünya ile ilişkisinde batıdan tamamen kopuk, mezhepçi
sapkın duygularla savaş tüccarlığı yapan bir adama dönüştü... Daha sayayım mı?
Yolsuzlukları, medyayı ele geçirmesi, yargıya müdahale etmesi, evlat acısı
çeken anneyi yuhalatması, danıştayın durdurduğu inşaatlar için "sıkıysa
durdursunlar" demesi, yine yürütmenin durdurma kararına rağmen bir avm
için inat edip 8 kişinin hayatına neden olacak olaylar zincirini keyifle
izlemesi ve bunun üstünden siyasi prim elde etmekten utanmaması... Özetlemek
gerekirse son yıllarda liberal, demokrat bir muhafazakar
liderin nasıl totalitar, kleptokrat ve ayrımcı bir adama
dönüştüğünü canlı canlı izledim, ve Ak Parti'den bütün desteğimi çektim.
Şimdi ana konumuza dönelim: Türkiye tarihini incelediğimiz
zaman sağ merkez partilerin hükümete hakim olduğu tüm dönemlerde koşulsuzca
muhalefet eden irili ufaklı gruplar olduğunu görürüz. Özal'ın da, Menderes'in
de, Demirel'in de, Erdoğan'ın da; onlar her ne yaparsa yapsın beğenmeyen ve
hatta ortaya çıkan iyi gelişmeleri de içten içe "bu adamın döneminde
olmasaydı" diyerek izleyen bir kalabalık vardı. Yine hepsinin de
halkın çoğunluğu üstünde müthiş bir etkisi, halkın onlara karşı ise müthiş bir
sevgisi vardı. Ancak, ister Erdoğan öncesi Türkiye'sini inceleyin, İster 2011
öncesi Erdoğan dönemini; "karşı taraf"ta böylesine bir nefret
ve kolektifleşme göremezsiniz. Yine aynı şekilde, hükümetçilerin de "karşı
taraf"a böylesine bir nefret ile (kolektifleşme demiyorum çünkü bu
kanatta hiçbir dönem fraksiyonlar görülmedi, true story) baktığını göremiyoruz.
Peki, bugün kitleler arasındaki duygularda görülen bu boyut farkı bizi nereye
götürdü?
Eski komüniste Adana'da MHP'ye oy verdiren, elimi kessen CHP'ye
oy vermem diyen kitleye (ben bunlardan biriyim, ikna ettiğim 10-15 insanın
tamamı da öyle) CHP'ye oy verdiren, Urfa'da 40 yıllık halk partili memura Osman
Baydemir'e oy verdiren neydi? Bu kolektifleşmeyi sağlayan, sabırları taşıran
yüzlerce neden var. Birkaçını yukarıda yazdım. Yani bir taraf, içinde bulunduğu
siyasi duruşu ve duygularını saatlerce konuşacak kadar analiz etmiş, öyle değil
mi? Peki ya öbür taraf? Yani bizim aylardır "cahil, bilinçsiz, aptal,
taşralı" diyerek nefret kustuğumuz; bize demokrasiyi sorgulatan o
kalabalığın dinamiklerini okuyabildik mi? “Anlamıyorlar” diye dövündük de,
onları gerçekten anlamaya çalıştık mı hiç? İkna etmek için mi siyaset konuştuk
onlarla, yoksa safça dinlemek için mi?
Eğer konjonktür bu derece sağlıksız olaylar ile dolu olmasaydı ve
sarsıcı gündem bu kadar hızlı
ilerlemeseydi, eminim bir çoğumuz oturup ”karşı
tarafı” anlamaya çalışırdık. Ancak üst üste patlayan “turp”lar ve şeffaf devletin, açık toplumun, demokrasinin, adaletin
ve özgürlüğün geldiği noktanın gün geçtikçe “kral çıplak” düzeyinde gözler
önüne serilmesi bizlerin malum cenah ile kavramları ve vakaları tartışmak
yerine onlara “hala mı ak parti?” bakışı
atmamıza neden oldu. Az önce yazdıklarımın günümüzü okumamızda, iki taraf
arasında uçurumlar olmasının nedenlerini algılamamızda önemi oldukça yüksek.
17 Aralık sabahı yolsuzluk davasının rüzgarı tüm ülkeyi etkisi
altına aldı. Biz daha olayların farkına varamadan ekranlarda ayakkabı
kutularındaki milyon dolarlardan, kaçırılan altınlardan, verilen rüşvetlerden
bahsediliyordu. Ardından 25 Aralık dalgası… Karşımızda iki hükümet vardı: baştan
sona yolsuzluklara batmış bir hükümet ve dış mihrakların kumpas kurduğu
milletin hükümeti… Birine inanmak zorundaydınız; siyasi turnusol o günlerde “yolsuzluk” kelimesi idi. Ve hatta “17 Aralık darbe girişimi” ve “17 Aralık rüşvet ve yolsuzluk operasyonu” gibi
bir tercih de yapmanız gerekiyordu. Her neyse… Burada açıkça görülen şey,
demokrasinin tam olarak oturmadığı ülkemizde sivil hükümetin kleptokrat bir yapıya bürünmüş
olduğuydu. Fakat henüz siz daha bu konuyu tartışamadan karşınıza tapeler düştü:
paralar sıfırlanıyor, kur’an ile dalga geçiliyor, rüşvet yetersiz bulunuyor,
medyaya müdahale var, (ne o, hala mı ak partilisin?) sayıştayın raporu
engelleniyor, binali yıldırım ailecek ihale dağıtıyor, fenerbahçe’ye müdahale
var, (yoksa sen, hala mı ak partilisin yahu?) başbakan beğenmediği mahkeme
kararını bile değiştiriyor, 10 milyon dolar veren iş adamı adam olacak, gezi
parkını kışkırtan başbakanmış; Hüseyin Çelik öyle diyor (hani otpor, hala ak
parti mi?), Burak erdoğan’ın manitası, Yasin el Kadı’ya peşkeş çekilen
ihaleler, El kaide ülkeye sokulmuş, Mısır politikası 100 milyon dolara satılmış
(hala ak partiliysen konuşma benimle…), Suriye ile savaşa girmek için “Türk usülü 11 Eylül” yapacakmışız,
bakanın kolunda 700.000$’lık saat var, Ergenekon ve balyoz sanıkları birer
birer dışarı çıkarılıyor, ondan önce de Reza’lar çıkmış, hakim ve savcılar
sürülmüş, polisler desen hak getire… (hala ak parti’ye veren, paralel maralel
diyen cahildir)
Süreç, okuduğunuz satırlar kadar çabuk geçti. Biz neyi
tartışabildik? Neyi okuyabildik? Şaşırmaktan, ayıplamaktan başka elimize ne
geçti? Hiçbir şey. Tüm bu gelişmeler yaşanırken de; meydanlarda “geri vites” yapmayan, söylemlerini kat
be kat sertleştiren, “yargıya müdahale
etmedik”, “Ergenekon ve balyoz askerimize bir kumpastır” gibi, halkın zeka
düzeyiyle dalga geçen bir başbakan konuşuyordu. Pardon, bağırıyordu.
Türkiye’de siyaseti belli bir donanımla ve bilinçle okumaya
çalışan küçük azınlık, yaşanan gelişmelere şaşırıyordu. Ancak “karşı taraf” şaşırmıyordu. Örneğin
ayan beyan ortada olan yolsuzluk için bir taraf “yargılama bile yapılamadı” derken, onlar “ne var bunda canım, oğlunu mu verecekti?” diyor; olayları daha da
şaşırtıcı hale getiriyordu. Yahut bir haber kanalının alt yazısına Fas’tan
müdahale eden başbakana bir taraf “basına
müdahale faşizmdir, anayasaya aykırıdır(28.madde)” derken, bir taraf “ne var canım bunda, adama hakaret ediliyor”
diyordu. Twitter kapatıldığında bir taraf “özgürlüğe
müdahaledir, dünyaya rezil olduk, amacı ne bu adamın” derken, bir taraf “senin anana bacına küfretseler n’apardın”
falan diyordu. Ancak yaşanan rezillikler öyle hızlı oluyordu ki, kimse kimseye
derdini anlatamıyordu. Nasıl mı?
Bir bebekten integral almasını beklemekle, asgari düzeyde bile
siyaset kavramlarına hakim olmayan insanlardan tüm bu yapılanlara tepki
göstermesini beklemek arasında bir fark yok maalesef. Burada bizi şaşırtan,
hani, “onca olaya rağmen nasıl hala ak
partilisin” dedirten nedenlerin hiç birine hakim olmayan bir sınıf vardı
karşımızda ve biz bunun farkına varamadık. Burada genel anlamda bir cehalet
yahut bilinçsizlikten bahsetmiyorum, bu ikisinden zaten yıllardır haberdarız. O
insanların çoğu, onlara örneğin açık toplumdan, sınıfsal ayrımlardan, algı
yönetiminden, stk-hükümetin aynı şey olmamasından bahsetseniz, bildiğinizin
tamamını aktarabilseniz dahi sizinle aynı tepkiyi vermeyi bekleyemezsiniz.
Bunun birincil sebebi ise cehalet değil, öncelikler. İkincil sebebi de rejimin
dayattığı algı yönetimi ile oluşan nefret.
Bu çoğunluğun önceliklerinin ne olduğunu, rejimin dayattığı
algı yönetimini ve bizim aylardır yaptığımız hataları ise ikinci kısımda
yazacağım. Şimdilik sizin de düşünmeniz gereken soru şu: bir çocuğun ölümü üstünden
ayrışma yaşayabilecek kadar ne yaşadı bu toplum?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder