1 Nisan 2014 Salı

Ak Parti Neden Kazanıyor? - I

30 Mart 2014 seçimleri, hiç kuşkuşuz Türkiye tarihinin görüp görebileceği en "ünlü" yerel seçimi olacak. 30 Mayıs 2013'ten 31 Mart 2014: binlerce makaleye malzeme verebilecek nitelikte ve nicelikte 10 aylık bir süreçten geçtik. Siyasi, psikolojik, sosyolojik analiz ve gözlem yapmak için muazzam bir 10 ay...
Gezi Parkı ile başlayan; ölümler, çatışmalar, protestolar, yolsuzluklar, hırsızlıklar, tapeler, casusluklar, cia'ler, mossad'lar, otpor'lar, mitinglerle devam eden sancılı, gergin ve nefret dolu bir dönem. Herkesin politize olduğu, taraftarlaştığı ve tarihimizde hiç olmadığı kadar ayrıştığı bir dönem yaşadık, yaşıyoruz: Türkiye halkının ayrışma nedenlerine retrospektif baktığımızda karşımıza "mezhep, din, dil, millet, siyasi görüş" farklılıklarından doğan ayrışmalar çıkar. Bu, siyaseti en asgari derecede konuşan birinin bile bildiği bir gerçektir. Ancak bugünün Türkiye'sine baktığımız zaman, yaşanan bu keskin ayrışmanın sebeplerinin tek bir kelime ile açıklanamadığını görmek mümkün. Bunun birincil sebebi "karşı taraf"a beslenen nefretin bilinçli bir nefret değil, refleksif ve rejim dayatması bir nefret olması. Bu konuya tekrar değineceğim, ben öncelikle bugün yaşanan bu ayrışmanın niçin çok büyük olduğunu anlamamız gerektiğini düşünüyorum. Örneğin 14 yaşında bir çocuğun ölümü ile dalga geçmenin siyasi bir duruş değil; ahlaki ve vicdani bir duruş olduğunu düşünüyorum ve soruyorum: bir çocuğun ölüsü üstünden bir toplum nasıl ayrışma yaşayabilir? Cenahları bir çocuğun ölüsü ile dalga geçirten; bir çocuğun ölüsü üstünden komplolar kurdurtan nefret ve kuşkuyu ne tür bir ayrışma yaratabilir?
Son bir kaç aydır benim de dahil olduğum bir görüş küllerinden doğdu: halkı aşağılama, çoğulcu despotizme lanet okuyarak demokrasinin doğruluğunu sorgulama, çoğunluğun içinde bulunduğu bilinçsizlik, cahillik ve aptallıktan şikayetçi olma ve "bu milletten bir bok olmaz" minvalinde nefret dolu söylemlerde bulunma... İtiraf etmek gerekiyor ki bu gergin ortam hepimizi konjonktürün nazarında siyasi analiz yapmaktan ve çözüm üretmekten alıkoydu. Farkındayım ki böylesine hukuksuzlukların, yasakların ve mantıksızlığın olduğu bir ortamda sakin olmak mümkün değil. Ancak yine de kendimize dönüp özeleştiri yapmadan ve 10 aylık süreci okumadan, Cihangir elitistinden bir farkımız kalmaz.
Halk neden yeniden Ak Parti'yi seçti? Bu sonuç "halk yolsuzluklara rıza gösterdi" şeklinde yorumlanabilir mi? Erdoğan İstanbul ve Ankara'da oyunu nasıl arttırdı? Daha başka ne olması lazım bu oyların düşmesi için? Bu gibi aslında soru değil şikayet olan yargıların cevabını bulmak için, işte bu son 10 ayda yaşananların ve özellikle ayrışmanın dinamiklerini, doğan bu sınır tanımaz nefretin nedenlerini okumamız gerekiyor. Cevabın büyük bir kısmının "algı yönetimi" olduğunu ancak tüm sebebin bu olmadığını hepimiz biliyoruz. Bu yüzden, her anlamda Türkiye tarihinde siyasetin gündemini ve kutuplaşmayı belirleyen ana sebeplere eğilmemiz gerekiyor.
Analiz başlıyor... (göndermeyi kesenler, fav)
Şu sıralar geçen yıllarda Ak Parti'ye verdiğim oyların nedenini sorguluyorum. Cevap: Kucaklayacı bir dil, batılı bir vizyon ve muhafazakar bir kemiğe sahip olduğu için oyumu veriyordum ben bu partiye. Özellikle mevcut hükümetin halktan aldığı desteğin ivmesinin arttığı döneme bakacak olursak; ne siyasal islamın Türkiye temsilcileri gibi bir retoriğe sahipti, ne de milliyetçi, devlet tapıcısı eski Türkiye retoriğine... Meydanlarda Kürtleri de kucaklayabilen bir başbakan; kazandığı seçimden sonra balkon konuşması yaparken "bir gün herkes ak partili olacak" tezahüratlarını duyduktan sonra "biz bunu istemeyiz; muhalefet demokrasinin şartlarındandır." gibi erdemli, demokrat bir dille kendi tabanına seslenen, onlara demokrasiyi öğreten bir başbakan... Eski askeri vesayetle mücadele etmekten çekinmeyen, "seçilmiş"in "atanmış"tan üstün olduğu inancı ile hareket eden bu adam, her nasıl oluyorsa milli görüş gömleğini çıkarıp Avrupa Birliği'ne göz koyabiliyor, batının özgürlük/demokrasi gibi henüz içselleştiremediğimiz modern değerlerini sahiplenebiliyordu. Örneğin üniversitelerde başörtüsü meselesini salt bacı, iman, zulüm gibi metaforlarla değil, "kılık kıyafet özgürlüğü" olarak değerlendiriyordu. Bunun da ötesinde yeni nesillerin politik ve bilinçli olması gerektiğini söylüyor, "ben bu koltuğa yapışıp kalmayacağım" diyor ve parti tüzüğüne üç dönem kuralını koyuyordu. Başka? 1982 anayasasına kafa tutabiliyor, şevkle bir "değişim"den bahsedebiliyordu. İstikrarlı, serbest piyasaya ve özelleştirmeye dayalı bir ekonomiden söz edebiliyordu; tam anlamıyla bir liberaldi... Üstelik dini ve ahlaki değerlerini koruyabilen bir liberal! Peki, bu hükümete bugün neden oy vermiyorum? Uzun uzun yazmama gerek yok sanırım. Yukarıda saydığım bütün maddelerden yoksun; özel teşebbüse "beymen'den alışveriş etmeyin, hürriyet okumayın, dersaneleri kapatırım, siz de o okullara çocuklarınızı vermeyin" diyerek karşı çıkan, ayrımcılığı "bu ateistler, solcular; terörist bunlar... çapulcular... ayyaşlar..."  deme noktasına kadar taşıyan (ki bu cümleleri batıda bir yerde, vatikan'da falan bile demeye kalksanız ya deli der tımarhaneye tıkarlar, ya suçlu der hapishaneye atarlar), gündem oluşturmak adına "sivil hükümet" kimliğini kaybedip "rejim devleti"ne bürünerek insanların doğum şekline, sayısına, yiyip içtiğine, inancına, kılık kıyafetine varana kadar son derece totalitar söylemler geliştiren; dış dünya ile ilişkisinde batıdan tamamen kopuk, mezhepçi sapkın duygularla savaş tüccarlığı yapan bir adama dönüştü... Daha sayayım mı? Yolsuzlukları, medyayı ele geçirmesi, yargıya müdahale etmesi, evlat acısı çeken anneyi yuhalatması, danıştayın durdurduğu inşaatlar için "sıkıysa durdursunlar" demesi, yine yürütmenin durdurma kararına rağmen bir avm için inat edip 8 kişinin hayatına neden olacak olaylar zincirini keyifle izlemesi ve bunun üstünden siyasi prim elde etmekten utanmaması... Özetlemek gerekirse son yıllarda liberal, demokrat bir muhafazakar liderin nasıl totalitar, kleptokrat ve ayrımcı bir adama dönüştüğünü canlı canlı izledim, ve Ak Parti'den bütün desteğimi çektim.
Şimdi ana konumuza dönelim: Türkiye tarihini incelediğimiz zaman sağ merkez partilerin hükümete hakim olduğu tüm dönemlerde koşulsuzca muhalefet eden irili ufaklı gruplar olduğunu görürüz. Özal'ın da, Menderes'in de, Demirel'in de, Erdoğan'ın da; onlar her ne yaparsa yapsın beğenmeyen ve hatta ortaya çıkan iyi gelişmeleri de içten içe "bu adamın döneminde olmasaydı" diyerek izleyen bir kalabalık vardı. Yine hepsinin de halkın çoğunluğu üstünde müthiş bir etkisi, halkın onlara karşı ise müthiş bir sevgisi vardı. Ancak, ister Erdoğan öncesi Türkiye'sini inceleyin, İster 2011 öncesi Erdoğan dönemini; "karşı taraf"ta böylesine bir nefret ve kolektifleşme göremezsiniz. Yine aynı şekilde, hükümetçilerin de "karşı taraf"a böylesine bir nefret ile (kolektifleşme demiyorum çünkü bu kanatta hiçbir dönem fraksiyonlar görülmedi, true story) baktığını göremiyoruz. Peki, bugün kitleler arasındaki duygularda görülen bu boyut farkı bizi nereye götürdü?
Eski komüniste Adana'da MHP'ye oy verdiren, elimi kessen CHP'ye oy vermem diyen kitleye (ben bunlardan biriyim, ikna ettiğim 10-15 insanın tamamı da öyle) CHP'ye oy verdiren, Urfa'da 40 yıllık halk partili memura Osman Baydemir'e oy verdiren neydi? Bu kolektifleşmeyi sağlayan, sabırları taşıran yüzlerce neden var. Birkaçını yukarıda yazdım. Yani bir taraf, içinde bulunduğu siyasi duruşu ve duygularını saatlerce konuşacak kadar analiz etmiş, öyle değil mi? Peki ya öbür taraf? Yani bizim aylardır "cahil, bilinçsiz, aptal, taşralı" diyerek nefret kustuğumuz; bize demokrasiyi sorgulatan o kalabalığın dinamiklerini okuyabildik mi? “Anlamıyorlar” diye dövündük de, onları gerçekten anlamaya çalıştık mı hiç? İkna etmek için mi siyaset konuştuk onlarla, yoksa safça dinlemek için mi?
Eğer konjonktür bu derece sağlıksız olaylar ile dolu olmasaydı ve sarsıcı gündem bu kadar hızlı ilerlemeseydi, eminim bir çoğumuz oturup ”karşı tarafı” anlamaya çalışırdık. Ancak üst üste patlayan “turp”lar ve şeffaf devletin, açık toplumun, demokrasinin, adaletin ve özgürlüğün geldiği noktanın gün geçtikçe “kral çıplak” düzeyinde gözler önüne serilmesi bizlerin malum cenah ile kavramları ve vakaları tartışmak yerine onlara “hala mı ak parti?” bakışı atmamıza neden oldu. Az önce yazdıklarımın günümüzü okumamızda, iki taraf arasında uçurumlar olmasının nedenlerini algılamamızda önemi oldukça yüksek.
17 Aralık sabahı yolsuzluk davasının rüzgarı tüm ülkeyi etkisi altına aldı. Biz daha olayların farkına varamadan ekranlarda ayakkabı kutularındaki milyon dolarlardan, kaçırılan altınlardan, verilen rüşvetlerden bahsediliyordu. Ardından 25 Aralık dalgası… Karşımızda iki hükümet vardı: baştan sona yolsuzluklara batmış bir hükümet ve dış mihrakların kumpas kurduğu milletin hükümeti… Birine inanmak zorundaydınız; siyasi turnusol o günlerde “yolsuzluk” kelimesi idi. Ve hatta “17 Aralık darbe girişimi” ve “17 Aralık rüşvet ve yolsuzluk operasyonu” gibi bir tercih de yapmanız gerekiyordu. Her neyse… Burada açıkça görülen şey, demokrasinin tam olarak oturmadığı ülkemizde sivil hükümetin kleptokrat bir yapıya bürünmüş olduğuydu. Fakat henüz siz daha bu konuyu tartışamadan karşınıza tapeler düştü: paralar sıfırlanıyor, kur’an ile dalga geçiliyor, rüşvet yetersiz bulunuyor, medyaya müdahale var, (ne o, hala mı ak partilisin?) sayıştayın raporu engelleniyor, binali yıldırım ailecek ihale dağıtıyor, fenerbahçe’ye müdahale var, (yoksa sen, hala mı ak partilisin yahu?) başbakan beğenmediği mahkeme kararını bile değiştiriyor, 10 milyon dolar veren iş adamı adam olacak, gezi parkını kışkırtan başbakanmış; Hüseyin Çelik öyle diyor (hani otpor, hala ak parti mi?), Burak erdoğan’ın manitası, Yasin el Kadı’ya peşkeş çekilen ihaleler, El kaide ülkeye sokulmuş, Mısır politikası 100 milyon dolara satılmış (hala ak partiliysen konuşma benimle…), Suriye ile savaşa girmek için “Türk usülü 11 Eylül” yapacakmışız, bakanın kolunda 700.000$’lık saat var, Ergenekon ve balyoz sanıkları birer birer dışarı çıkarılıyor, ondan önce de Reza’lar çıkmış, hakim ve savcılar sürülmüş, polisler desen hak getire… (hala ak parti’ye veren, paralel maralel diyen cahildir)
Süreç, okuduğunuz satırlar kadar çabuk geçti. Biz neyi tartışabildik? Neyi okuyabildik? Şaşırmaktan, ayıplamaktan başka elimize ne geçti? Hiçbir şey. Tüm bu gelişmeler yaşanırken de; meydanlarda “geri vites” yapmayan, söylemlerini kat be kat sertleştiren, “yargıya müdahale etmedik”, “Ergenekon ve balyoz askerimize bir kumpastır” gibi, halkın zeka düzeyiyle dalga geçen bir başbakan konuşuyordu. Pardon, bağırıyordu.
Türkiye’de siyaseti belli bir donanımla ve bilinçle okumaya çalışan küçük azınlık, yaşanan gelişmelere şaşırıyordu. Ancak “karşı taraf” şaşırmıyordu. Örneğin ayan beyan ortada olan yolsuzluk için bir taraf “yargılama bile yapılamadı” derken, onlar “ne var bunda canım, oğlunu mu verecekti?” diyor; olayları daha da şaşırtıcı hale getiriyordu. Yahut bir haber kanalının alt yazısına Fas’tan müdahale eden başbakana bir taraf “basına müdahale faşizmdir, anayasaya aykırıdır(28.madde)” derken, bir taraf “ne var canım bunda, adama hakaret ediliyor” diyordu. Twitter kapatıldığında bir taraf “özgürlüğe müdahaledir, dünyaya rezil olduk, amacı ne bu adamın” derken, bir taraf “senin anana bacına küfretseler n’apardın” falan diyordu. Ancak yaşanan rezillikler öyle hızlı oluyordu ki, kimse kimseye derdini anlatamıyordu. Nasıl mı?
Bir bebekten integral almasını beklemekle, asgari düzeyde bile siyaset kavramlarına hakim olmayan insanlardan tüm bu yapılanlara tepki göstermesini beklemek arasında bir fark yok maalesef. Burada bizi şaşırtan, hani, “onca olaya rağmen nasıl hala ak partilisin” dedirten nedenlerin hiç birine hakim olmayan bir sınıf vardı karşımızda ve biz bunun farkına varamadık. Burada genel anlamda bir cehalet yahut bilinçsizlikten bahsetmiyorum, bu ikisinden zaten yıllardır haberdarız. O insanların çoğu, onlara örneğin açık toplumdan, sınıfsal ayrımlardan, algı yönetiminden, stk-hükümetin aynı şey olmamasından bahsetseniz, bildiğinizin tamamını aktarabilseniz dahi sizinle aynı tepkiyi vermeyi bekleyemezsiniz. Bunun birincil sebebi ise cehalet değil, öncelikler. İkincil sebebi de rejimin dayattığı algı yönetimi ile oluşan nefret.

Bu çoğunluğun önceliklerinin ne olduğunu, rejimin dayattığı algı yönetimini ve bizim aylardır yaptığımız hataları ise ikinci kısımda yazacağım. Şimdilik sizin de düşünmeniz gereken soru şu: bir çocuğun ölümü üstünden ayrışma yaşayabilecek kadar ne yaşadı bu toplum?

Hiç yorum yok: