1 Nisan 2014 Salı

Ak Parti Neden Kazanıyor? - II

Bir önceki yazımda özetle: Ak Parti tabanına karşı yapılan aşağılama girişimlerinin gelenekleşen bir söylem olduğundan ve bu geleneğin konjonktürün okunmasında ve yararlı analizler yapılmasında büyük bir engel teşkil ettiğinden bahsettim. Yine durup şöyle bir geriye baktığımızda görülen en kaba gerçeğin taraflar arasındaki akıl almaz nefret olduğunu, dolayısıyla bunun sebeplerini gerek sosyolojik, gerek psikolojik ve gerek siyasi olarak ortaya koyamadıktan sonra şikayetçi olunan ortamı değiştiremeyeceğimizden bahsettim.
Evet, bugün ortada hukuki meşruiyetini büyük ölçüde yitirmiş, şaibeli bir hükümet var ve bu hükümet, devlet hazinesini babasının çiftliği gibi kullanıp yolsuzluklar yapmasına rağmen halktan aynı desteği, üstelik daha sert bir sahiplenişle gördü. Tüm ülke olarak günlerdir bunun ana nedeninin halkın okumayan, düşünmeyen, tek adam sevdalısı olduğunu söyleyip duruyoruz. Geçen yazımın sonunda, mevcut desteğin birincil nedeninin cehalet değil, öncelikler olduğunu belirtmiştim. Şöyle ki: Erdoğan, halk nazarındaki yüksek itibarını, yolsuzluklar ile yitirmiş olmuyor. Hatta Erdoğan; medyaya müdahale ederek, Suriye'de savaş elçiliği yaparak, Gezi Parkı'ndaki tutumuyla, Şehrizar'dan ev alarak, ateistleri ötekileştirip terörist ilan ederek falan da itibarını -kendi tabanında- biraz olsun yitirmiyor. Çünkü Erdoğan'ın tabanı ahlaki açıdan bu tür meselelere (demokrasi, özgürlük ve hukukun şartlarını yerine getirmeme ve yolsuzluk yapmak) pek de önem veren bir taban değil. Eğer bu etik sorununu metaforlar üstünden anlatmak gerekirse: eşinin kapalı olması gerektiğini düşünen bir erkek ile bekaretin önemli olmadığını söyleyen bir erkeğin ahlaki açıdan durdukları yer ne kadar farklıysa; bugün Ak Parti tabanı ile karşı tarafın içinde bulunduğu durum aynıdır. Ak Parti tabanı için bekaret, açık/kapalı olma, içki içme/içmeme gibi şeyler eş aranırken önemli değil, yani: başındaki hükümetin yolsuzluk yapıp yapmaması, medyaya baskı kurup kurmaması, anayasaya uyup uymaması, modern hukuka / insan haklarına / demokrasiye / özgürlüklere uyup uymaması onlar için bir önem teşkil etmiyor. Evet, burada saydığım kavramları çok da bilmeyen bir tabandan bahsediyoruz ve bu kavramların bilinmemesine kızıyoruz; ancak bilinse de bir şey ifade etmeyecek çünkü içinde bulunduğumuz durum epistemolojik bir sorun değil, etik sorunudur. Bu tabanın etik algısını tam olarak okuyamadığımız sürece daha çok vakalara "hala mı ak parti?" tepkisini verir ve sinirleniriz, çünkü cevap daima "evet" olacak ve bizler sorunu yine cehalette arayacağız.
Peki o zaman ilk cevaplamamız gereken soru şu: bu tabanın öncelikleri nelerdir? Cevap: Ekonomik istikrar ve dindar söylemler. Halk Partisine oy veremeyen, çalıyorlar ama çalışıyorlar kalıbını ezberlemiş, ötekileştiren siyasetten rahatsız olmayan bu tabanın en fazla önem verdiği iki konu maalesef bu ikisi. Düzgün bir ekonomi yürüten ve dindar söylemleriyle ahlaki meşruiyetini arttıran hükümetin destekçileri; herhangi bir dinamiğini kaybettiği anda bu partiden de desteğini çekecektir. Yine bir soru yöneltmek istiyorum: hükümetin “milli irade” ile gitmesini, ülkenin ekonomik istikrarının bozulması pahasına istemek ahlaki midir? Demokrat, özgürlükçü ve hukuktan yana bir hükümet vizyonu isteyen vatandaşın bunu dile getirmesi “vatan haini” ilan edilmesi için yeterli midir? Ekonomik istikrar ve dindar söylemler için hukukun, özgürlüklerin ve demokrasinin ayaklar altına alınmasını görmezden gelen o muhteşem kalabalığa karşı böyle bir duruş sergilemenin son derece meşru ve ahlaki olacağı inancındayım.



Geleceğe yönelik bir isteği değil, bugünün şartlarında gösterdiğim bir duruştan bahsediyorum. Bu yüzden hemen celallenip üstüme gelmenize gerek yok. Ancak ahlaki değerleri marka fetişizmi, ticaret ve bilinçsiz muhafazakarlıktan öteye gidemeyen milli iradenin bu akıl almaz tutumuna karşı yaratabileceğim en realist duruşun bu olduğunu düşünüyorum. Kitlelerin genlerine işleyen etik değerlerinin siyasetteki asgari kavramları anlayıp yorumlayarak değişeceği kanısından oldukça uzaktayım çünkü. Yıllardır anadolu’ya, taşra’ya, sessiz çoğunluğa olan ve bilgi düzeyine dayalı aşağılayacı bakışın bir faydasını görmedim. Azınlığın her sandıktan sonra hile var, oy çalındı, makarna, kömür gibi kelimeleri kullanıp kabak gibi ortada duran ana probleme (ahlaki değerler ve öncelikler) değinememesi ülkeyi bugünlere taşıdı. Elimizde duran en realist çözüm, benim de düşündüğüm; bu kitlenin önem verdiği bazı değerlerin yitirilmesi ve ortaya çıkacak iktidar boşluğunun hukuki anlamda, geleceğe dönük olarak sert yaptırımlarla desteklenerek değerlendirilmesi olacaktır. Örneğin kuvvetler ayrılığının kesin hatlarla belirlenmesi, meclis; bakanlar kurulu gibi idare kurumları üstündeki denetleme yetkisinin arttırılması ve iki yahut üç dönemden fazla bu koltuklarının işgal edilememesi gibi kaldırılamaz hükümlerinin anayasada hayat bulması…
Kendi önceliklerinin ve yozlaşan ahlaki değelerinin yerine getirilmesi; Erdoğan rejiminin kusursuz algı yönetimi ile birleştiğinde, sessiz çoğunluğun (gezi’den bu yana politize olmuş halkı düşünürsek 80 yıldır bu ülkenin bir gerçeği olan “sessiz çoğunluk” tabirinin artık doğru bir tanımlama olmayacağı kanısındayım) mevcut hükümete olan bağlılık ve güveni bir tapıcılık seviyesine geliyor. Ve zaten evrensel çoğu kavrama önem vermeyen bu çoğunluk için çocuk ölümleri, yuhalatmalar, medya baskısı, internet yasakları ölesiye meşruluk kazanıyor. Algı yönetimi ise soyut düşmanlar yaratmak, dış mihraklardan bahsetmek gibi klişelerin yanında bu kitlenin en hassas noktasına dokunarak camide içki içilmesi, kapalı bayanın üstüne işenerek taciz edilmesi, ithalat-ihracatın protesto nedenleriyle azalması ve ekonomik istikrarın bozulmaya başlaması gibi manipülatif söylemler içeriyor ve hükümet yanlısı insanların karşısında şöyle bir kitle duruyor: terörist, ekonomiyi kasıtlı bozmak isteyen, din düşmanı, yalancı, darbeci, casus, abd-israil yanlısı… Tüm bu algının sonucunda bahsettiğimiz o nefret doğuyor ve senin benim gibi insan olan o muhafazakar, birden 14 yaşında bir çocuğun öldürülmesini tartışma konusu yapabiliyor. Bizlerse burada karşı tarafa protesto hakkı, sistemin dışladığı insanlar, polisin yetki ve görevi gibi aslında hiç umurlarında olmayan bazı gerçeklerden bahsetmeye kalkıyoruz. Oysa ki, karşınızdaki için mesele bu saydıklarınızdan çok farklı…
Şimdi şunu tartışma zamanı: bahsettiğimiz bu karanlıktan kurtulmak ve ülke barışını sağlamak adına, ekonomik istikrarın bozulmasını içten içe istemek ne kadar ahlakidir? Ekonomik istikrar için tüm insani değerlerinden vazgeçen bir çoğunluğun sandık iradesi, ne kadar meşrudur?

Devam edecek…

Hiç yorum yok: