Bir önceki yazımda özetle: Ak Parti
tabanına karşı yapılan aşağılama girişimlerinin gelenekleşen bir söylem
olduğundan ve bu geleneğin konjonktürün okunmasında ve yararlı analizler
yapılmasında büyük bir engel teşkil ettiğinden bahsettim. Yine durup şöyle bir
geriye baktığımızda görülen en kaba gerçeğin taraflar arasındaki akıl almaz nefret
olduğunu, dolayısıyla bunun sebeplerini gerek sosyolojik, gerek psikolojik
ve gerek siyasi olarak ortaya koyamadıktan sonra şikayetçi olunan ortamı
değiştiremeyeceğimizden bahsettim.
Evet, bugün ortada hukuki meşruiyetini
büyük ölçüde yitirmiş, şaibeli bir hükümet var ve bu hükümet, devlet hazinesini
babasının çiftliği gibi kullanıp yolsuzluklar yapmasına rağmen halktan aynı
desteği, üstelik daha sert bir sahiplenişle gördü. Tüm ülke olarak günlerdir
bunun ana nedeninin halkın okumayan, düşünmeyen, tek adam sevdalısı olduğunu
söyleyip duruyoruz. Geçen yazımın sonunda, mevcut desteğin birincil nedeninin
cehalet değil, öncelikler olduğunu belirtmiştim. Şöyle ki: Erdoğan, halk
nazarındaki yüksek itibarını, yolsuzluklar ile yitirmiş olmuyor. Hatta Erdoğan;
medyaya müdahale ederek, Suriye'de savaş elçiliği yaparak, Gezi Parkı'ndaki
tutumuyla, Şehrizar'dan ev alarak, ateistleri ötekileştirip terörist ilan
ederek falan da itibarını -kendi tabanında- biraz olsun yitirmiyor. Çünkü
Erdoğan'ın tabanı ahlaki açıdan bu tür meselelere (demokrasi, özgürlük ve
hukukun şartlarını yerine getirmeme ve yolsuzluk yapmak) pek de önem veren bir
taban değil. Eğer bu etik sorununu metaforlar üstünden anlatmak gerekirse:
eşinin kapalı olması gerektiğini düşünen bir erkek ile bekaretin önemli
olmadığını söyleyen bir erkeğin ahlaki açıdan durdukları yer ne kadar
farklıysa; bugün Ak Parti tabanı ile karşı tarafın içinde bulunduğu
durum aynıdır. Ak Parti tabanı için bekaret, açık/kapalı olma, içki içme/içmeme
gibi şeyler eş aranırken önemli değil, yani: başındaki hükümetin yolsuzluk
yapıp yapmaması, medyaya baskı kurup kurmaması, anayasaya uyup uymaması, modern
hukuka / insan haklarına / demokrasiye / özgürlüklere uyup uymaması onlar için
bir önem teşkil etmiyor. Evet, burada saydığım kavramları çok da bilmeyen bir
tabandan bahsediyoruz ve bu kavramların bilinmemesine kızıyoruz; ancak bilinse
de bir şey ifade etmeyecek çünkü içinde bulunduğumuz durum epistemolojik bir
sorun değil, etik sorunudur. Bu tabanın etik algısını tam olarak
okuyamadığımız sürece daha çok vakalara "hala mı ak parti?"
tepkisini verir ve sinirleniriz, çünkü cevap daima "evet" olacak
ve bizler sorunu yine cehalette arayacağız.
Peki o zaman ilk cevaplamamız gereken
soru şu: bu tabanın öncelikleri nelerdir? Cevap: Ekonomik
istikrar ve dindar söylemler. Halk Partisine oy veremeyen, çalıyorlar ama
çalışıyorlar kalıbını ezberlemiş, ötekileştiren siyasetten rahatsız olmayan bu
tabanın en fazla önem verdiği iki konu maalesef bu ikisi. Düzgün bir ekonomi
yürüten ve dindar söylemleriyle ahlaki meşruiyetini arttıran hükümetin
destekçileri; herhangi bir dinamiğini kaybettiği anda bu partiden de desteğini
çekecektir. Yine bir soru yöneltmek istiyorum: hükümetin “milli irade” ile gitmesini, ülkenin ekonomik istikrarının
bozulması pahasına istemek ahlaki midir? Demokrat, özgürlükçü ve hukuktan
yana bir hükümet vizyonu isteyen vatandaşın bunu dile getirmesi “vatan haini” ilan edilmesi için
yeterli midir? Ekonomik istikrar ve dindar söylemler için hukukun, özgürlüklerin
ve demokrasinin ayaklar altına alınmasını görmezden gelen o muhteşem kalabalığa
karşı böyle bir duruş sergilemenin son derece meşru ve ahlaki olacağı
inancındayım.
Geleceğe yönelik bir isteği değil,
bugünün şartlarında gösterdiğim bir duruştan bahsediyorum. Bu yüzden hemen
celallenip üstüme gelmenize gerek yok. Ancak ahlaki değerleri marka fetişizmi,
ticaret ve bilinçsiz muhafazakarlıktan öteye gidemeyen milli iradenin bu akıl almaz tutumuna karşı yaratabileceğim en realist
duruşun bu olduğunu düşünüyorum. Kitlelerin genlerine işleyen etik değerlerinin
siyasetteki asgari kavramları anlayıp yorumlayarak değişeceği kanısından
oldukça uzaktayım çünkü. Yıllardır anadolu’ya, taşra’ya, sessiz çoğunluğa olan ve
bilgi düzeyine dayalı aşağılayacı bakışın bir faydasını görmedim. Azınlığın her
sandıktan sonra hile var, oy çalındı, makarna, kömür gibi kelimeleri kullanıp
kabak gibi ortada duran ana probleme (ahlaki değerler ve öncelikler)
değinememesi ülkeyi bugünlere taşıdı. Elimizde duran en realist çözüm, benim de
düşündüğüm; bu kitlenin önem verdiği bazı değerlerin yitirilmesi ve ortaya
çıkacak iktidar boşluğunun hukuki anlamda, geleceğe dönük olarak sert yaptırımlarla
desteklenerek değerlendirilmesi olacaktır. Örneğin kuvvetler ayrılığının kesin
hatlarla belirlenmesi, meclis; bakanlar kurulu gibi idare kurumları üstündeki
denetleme yetkisinin arttırılması ve iki yahut üç dönemden fazla bu
koltuklarının işgal edilememesi gibi kaldırılamaz hükümlerinin anayasada hayat
bulması…
Kendi önceliklerinin ve yozlaşan ahlaki
değelerinin yerine getirilmesi; Erdoğan rejiminin kusursuz algı yönetimi ile
birleştiğinde, sessiz çoğunluğun (gezi’den bu yana politize olmuş halkı
düşünürsek 80 yıldır bu ülkenin bir gerçeği olan “sessiz çoğunluk” tabirinin
artık doğru bir tanımlama olmayacağı kanısındayım) mevcut hükümete olan
bağlılık ve güveni bir tapıcılık
seviyesine geliyor. Ve zaten evrensel çoğu kavrama önem vermeyen bu çoğunluk
için çocuk ölümleri, yuhalatmalar, medya baskısı, internet yasakları ölesiye
meşruluk kazanıyor. Algı yönetimi ise soyut düşmanlar yaratmak, dış
mihraklardan bahsetmek gibi klişelerin yanında bu kitlenin en hassas noktasına
dokunarak camide içki içilmesi, kapalı bayanın üstüne işenerek taciz edilmesi,
ithalat-ihracatın protesto nedenleriyle azalması ve ekonomik istikrarın
bozulmaya başlaması gibi manipülatif söylemler içeriyor ve hükümet yanlısı
insanların karşısında şöyle bir kitle duruyor: terörist, ekonomiyi kasıtlı bozmak isteyen, din düşmanı, yalancı,
darbeci, casus, abd-israil yanlısı… Tüm bu algının sonucunda bahsettiğimiz
o nefret doğuyor ve senin benim gibi insan
olan o muhafazakar, birden 14 yaşında bir çocuğun öldürülmesini tartışma konusu yapabiliyor. Bizlerse
burada karşı tarafa protesto hakkı, sistemin dışladığı insanlar, polisin yetki
ve görevi gibi aslında hiç umurlarında olmayan bazı gerçeklerden bahsetmeye
kalkıyoruz. Oysa ki, karşınızdaki için mesele bu saydıklarınızdan çok farklı…
Şimdi şunu tartışma zamanı: bahsettiğimiz
bu karanlıktan kurtulmak ve ülke barışını sağlamak adına, ekonomik istikrarın
bozulmasını içten içe istemek ne kadar ahlakidir? Ekonomik istikrar için tüm
insani değerlerinden vazgeçen bir çoğunluğun sandık iradesi, ne kadar meşrudur?
Devam edecek…