1 Nisan 2014 Salı

Ak Parti Neden Kazanıyor? - II

Bir önceki yazımda özetle: Ak Parti tabanına karşı yapılan aşağılama girişimlerinin gelenekleşen bir söylem olduğundan ve bu geleneğin konjonktürün okunmasında ve yararlı analizler yapılmasında büyük bir engel teşkil ettiğinden bahsettim. Yine durup şöyle bir geriye baktığımızda görülen en kaba gerçeğin taraflar arasındaki akıl almaz nefret olduğunu, dolayısıyla bunun sebeplerini gerek sosyolojik, gerek psikolojik ve gerek siyasi olarak ortaya koyamadıktan sonra şikayetçi olunan ortamı değiştiremeyeceğimizden bahsettim.
Evet, bugün ortada hukuki meşruiyetini büyük ölçüde yitirmiş, şaibeli bir hükümet var ve bu hükümet, devlet hazinesini babasının çiftliği gibi kullanıp yolsuzluklar yapmasına rağmen halktan aynı desteği, üstelik daha sert bir sahiplenişle gördü. Tüm ülke olarak günlerdir bunun ana nedeninin halkın okumayan, düşünmeyen, tek adam sevdalısı olduğunu söyleyip duruyoruz. Geçen yazımın sonunda, mevcut desteğin birincil nedeninin cehalet değil, öncelikler olduğunu belirtmiştim. Şöyle ki: Erdoğan, halk nazarındaki yüksek itibarını, yolsuzluklar ile yitirmiş olmuyor. Hatta Erdoğan; medyaya müdahale ederek, Suriye'de savaş elçiliği yaparak, Gezi Parkı'ndaki tutumuyla, Şehrizar'dan ev alarak, ateistleri ötekileştirip terörist ilan ederek falan da itibarını -kendi tabanında- biraz olsun yitirmiyor. Çünkü Erdoğan'ın tabanı ahlaki açıdan bu tür meselelere (demokrasi, özgürlük ve hukukun şartlarını yerine getirmeme ve yolsuzluk yapmak) pek de önem veren bir taban değil. Eğer bu etik sorununu metaforlar üstünden anlatmak gerekirse: eşinin kapalı olması gerektiğini düşünen bir erkek ile bekaretin önemli olmadığını söyleyen bir erkeğin ahlaki açıdan durdukları yer ne kadar farklıysa; bugün Ak Parti tabanı ile karşı tarafın içinde bulunduğu durum aynıdır. Ak Parti tabanı için bekaret, açık/kapalı olma, içki içme/içmeme gibi şeyler eş aranırken önemli değil, yani: başındaki hükümetin yolsuzluk yapıp yapmaması, medyaya baskı kurup kurmaması, anayasaya uyup uymaması, modern hukuka / insan haklarına / demokrasiye / özgürlüklere uyup uymaması onlar için bir önem teşkil etmiyor. Evet, burada saydığım kavramları çok da bilmeyen bir tabandan bahsediyoruz ve bu kavramların bilinmemesine kızıyoruz; ancak bilinse de bir şey ifade etmeyecek çünkü içinde bulunduğumuz durum epistemolojik bir sorun değil, etik sorunudur. Bu tabanın etik algısını tam olarak okuyamadığımız sürece daha çok vakalara "hala mı ak parti?" tepkisini verir ve sinirleniriz, çünkü cevap daima "evet" olacak ve bizler sorunu yine cehalette arayacağız.
Peki o zaman ilk cevaplamamız gereken soru şu: bu tabanın öncelikleri nelerdir? Cevap: Ekonomik istikrar ve dindar söylemler. Halk Partisine oy veremeyen, çalıyorlar ama çalışıyorlar kalıbını ezberlemiş, ötekileştiren siyasetten rahatsız olmayan bu tabanın en fazla önem verdiği iki konu maalesef bu ikisi. Düzgün bir ekonomi yürüten ve dindar söylemleriyle ahlaki meşruiyetini arttıran hükümetin destekçileri; herhangi bir dinamiğini kaybettiği anda bu partiden de desteğini çekecektir. Yine bir soru yöneltmek istiyorum: hükümetin “milli irade” ile gitmesini, ülkenin ekonomik istikrarının bozulması pahasına istemek ahlaki midir? Demokrat, özgürlükçü ve hukuktan yana bir hükümet vizyonu isteyen vatandaşın bunu dile getirmesi “vatan haini” ilan edilmesi için yeterli midir? Ekonomik istikrar ve dindar söylemler için hukukun, özgürlüklerin ve demokrasinin ayaklar altına alınmasını görmezden gelen o muhteşem kalabalığa karşı böyle bir duruş sergilemenin son derece meşru ve ahlaki olacağı inancındayım.



Geleceğe yönelik bir isteği değil, bugünün şartlarında gösterdiğim bir duruştan bahsediyorum. Bu yüzden hemen celallenip üstüme gelmenize gerek yok. Ancak ahlaki değerleri marka fetişizmi, ticaret ve bilinçsiz muhafazakarlıktan öteye gidemeyen milli iradenin bu akıl almaz tutumuna karşı yaratabileceğim en realist duruşun bu olduğunu düşünüyorum. Kitlelerin genlerine işleyen etik değerlerinin siyasetteki asgari kavramları anlayıp yorumlayarak değişeceği kanısından oldukça uzaktayım çünkü. Yıllardır anadolu’ya, taşra’ya, sessiz çoğunluğa olan ve bilgi düzeyine dayalı aşağılayacı bakışın bir faydasını görmedim. Azınlığın her sandıktan sonra hile var, oy çalındı, makarna, kömür gibi kelimeleri kullanıp kabak gibi ortada duran ana probleme (ahlaki değerler ve öncelikler) değinememesi ülkeyi bugünlere taşıdı. Elimizde duran en realist çözüm, benim de düşündüğüm; bu kitlenin önem verdiği bazı değerlerin yitirilmesi ve ortaya çıkacak iktidar boşluğunun hukuki anlamda, geleceğe dönük olarak sert yaptırımlarla desteklenerek değerlendirilmesi olacaktır. Örneğin kuvvetler ayrılığının kesin hatlarla belirlenmesi, meclis; bakanlar kurulu gibi idare kurumları üstündeki denetleme yetkisinin arttırılması ve iki yahut üç dönemden fazla bu koltuklarının işgal edilememesi gibi kaldırılamaz hükümlerinin anayasada hayat bulması…
Kendi önceliklerinin ve yozlaşan ahlaki değelerinin yerine getirilmesi; Erdoğan rejiminin kusursuz algı yönetimi ile birleştiğinde, sessiz çoğunluğun (gezi’den bu yana politize olmuş halkı düşünürsek 80 yıldır bu ülkenin bir gerçeği olan “sessiz çoğunluk” tabirinin artık doğru bir tanımlama olmayacağı kanısındayım) mevcut hükümete olan bağlılık ve güveni bir tapıcılık seviyesine geliyor. Ve zaten evrensel çoğu kavrama önem vermeyen bu çoğunluk için çocuk ölümleri, yuhalatmalar, medya baskısı, internet yasakları ölesiye meşruluk kazanıyor. Algı yönetimi ise soyut düşmanlar yaratmak, dış mihraklardan bahsetmek gibi klişelerin yanında bu kitlenin en hassas noktasına dokunarak camide içki içilmesi, kapalı bayanın üstüne işenerek taciz edilmesi, ithalat-ihracatın protesto nedenleriyle azalması ve ekonomik istikrarın bozulmaya başlaması gibi manipülatif söylemler içeriyor ve hükümet yanlısı insanların karşısında şöyle bir kitle duruyor: terörist, ekonomiyi kasıtlı bozmak isteyen, din düşmanı, yalancı, darbeci, casus, abd-israil yanlısı… Tüm bu algının sonucunda bahsettiğimiz o nefret doğuyor ve senin benim gibi insan olan o muhafazakar, birden 14 yaşında bir çocuğun öldürülmesini tartışma konusu yapabiliyor. Bizlerse burada karşı tarafa protesto hakkı, sistemin dışladığı insanlar, polisin yetki ve görevi gibi aslında hiç umurlarında olmayan bazı gerçeklerden bahsetmeye kalkıyoruz. Oysa ki, karşınızdaki için mesele bu saydıklarınızdan çok farklı…
Şimdi şunu tartışma zamanı: bahsettiğimiz bu karanlıktan kurtulmak ve ülke barışını sağlamak adına, ekonomik istikrarın bozulmasını içten içe istemek ne kadar ahlakidir? Ekonomik istikrar için tüm insani değerlerinden vazgeçen bir çoğunluğun sandık iradesi, ne kadar meşrudur?

Devam edecek…

Ak Parti Neden Kazanıyor? - I

30 Mart 2014 seçimleri, hiç kuşkuşuz Türkiye tarihinin görüp görebileceği en "ünlü" yerel seçimi olacak. 30 Mayıs 2013'ten 31 Mart 2014: binlerce makaleye malzeme verebilecek nitelikte ve nicelikte 10 aylık bir süreçten geçtik. Siyasi, psikolojik, sosyolojik analiz ve gözlem yapmak için muazzam bir 10 ay...
Gezi Parkı ile başlayan; ölümler, çatışmalar, protestolar, yolsuzluklar, hırsızlıklar, tapeler, casusluklar, cia'ler, mossad'lar, otpor'lar, mitinglerle devam eden sancılı, gergin ve nefret dolu bir dönem. Herkesin politize olduğu, taraftarlaştığı ve tarihimizde hiç olmadığı kadar ayrıştığı bir dönem yaşadık, yaşıyoruz: Türkiye halkının ayrışma nedenlerine retrospektif baktığımızda karşımıza "mezhep, din, dil, millet, siyasi görüş" farklılıklarından doğan ayrışmalar çıkar. Bu, siyaseti en asgari derecede konuşan birinin bile bildiği bir gerçektir. Ancak bugünün Türkiye'sine baktığımız zaman, yaşanan bu keskin ayrışmanın sebeplerinin tek bir kelime ile açıklanamadığını görmek mümkün. Bunun birincil sebebi "karşı taraf"a beslenen nefretin bilinçli bir nefret değil, refleksif ve rejim dayatması bir nefret olması. Bu konuya tekrar değineceğim, ben öncelikle bugün yaşanan bu ayrışmanın niçin çok büyük olduğunu anlamamız gerektiğini düşünüyorum. Örneğin 14 yaşında bir çocuğun ölümü ile dalga geçmenin siyasi bir duruş değil; ahlaki ve vicdani bir duruş olduğunu düşünüyorum ve soruyorum: bir çocuğun ölüsü üstünden bir toplum nasıl ayrışma yaşayabilir? Cenahları bir çocuğun ölüsü ile dalga geçirten; bir çocuğun ölüsü üstünden komplolar kurdurtan nefret ve kuşkuyu ne tür bir ayrışma yaratabilir?
Son bir kaç aydır benim de dahil olduğum bir görüş küllerinden doğdu: halkı aşağılama, çoğulcu despotizme lanet okuyarak demokrasinin doğruluğunu sorgulama, çoğunluğun içinde bulunduğu bilinçsizlik, cahillik ve aptallıktan şikayetçi olma ve "bu milletten bir bok olmaz" minvalinde nefret dolu söylemlerde bulunma... İtiraf etmek gerekiyor ki bu gergin ortam hepimizi konjonktürün nazarında siyasi analiz yapmaktan ve çözüm üretmekten alıkoydu. Farkındayım ki böylesine hukuksuzlukların, yasakların ve mantıksızlığın olduğu bir ortamda sakin olmak mümkün değil. Ancak yine de kendimize dönüp özeleştiri yapmadan ve 10 aylık süreci okumadan, Cihangir elitistinden bir farkımız kalmaz.
Halk neden yeniden Ak Parti'yi seçti? Bu sonuç "halk yolsuzluklara rıza gösterdi" şeklinde yorumlanabilir mi? Erdoğan İstanbul ve Ankara'da oyunu nasıl arttırdı? Daha başka ne olması lazım bu oyların düşmesi için? Bu gibi aslında soru değil şikayet olan yargıların cevabını bulmak için, işte bu son 10 ayda yaşananların ve özellikle ayrışmanın dinamiklerini, doğan bu sınır tanımaz nefretin nedenlerini okumamız gerekiyor. Cevabın büyük bir kısmının "algı yönetimi" olduğunu ancak tüm sebebin bu olmadığını hepimiz biliyoruz. Bu yüzden, her anlamda Türkiye tarihinde siyasetin gündemini ve kutuplaşmayı belirleyen ana sebeplere eğilmemiz gerekiyor.
Analiz başlıyor... (göndermeyi kesenler, fav)
Şu sıralar geçen yıllarda Ak Parti'ye verdiğim oyların nedenini sorguluyorum. Cevap: Kucaklayacı bir dil, batılı bir vizyon ve muhafazakar bir kemiğe sahip olduğu için oyumu veriyordum ben bu partiye. Özellikle mevcut hükümetin halktan aldığı desteğin ivmesinin arttığı döneme bakacak olursak; ne siyasal islamın Türkiye temsilcileri gibi bir retoriğe sahipti, ne de milliyetçi, devlet tapıcısı eski Türkiye retoriğine... Meydanlarda Kürtleri de kucaklayabilen bir başbakan; kazandığı seçimden sonra balkon konuşması yaparken "bir gün herkes ak partili olacak" tezahüratlarını duyduktan sonra "biz bunu istemeyiz; muhalefet demokrasinin şartlarındandır." gibi erdemli, demokrat bir dille kendi tabanına seslenen, onlara demokrasiyi öğreten bir başbakan... Eski askeri vesayetle mücadele etmekten çekinmeyen, "seçilmiş"in "atanmış"tan üstün olduğu inancı ile hareket eden bu adam, her nasıl oluyorsa milli görüş gömleğini çıkarıp Avrupa Birliği'ne göz koyabiliyor, batının özgürlük/demokrasi gibi henüz içselleştiremediğimiz modern değerlerini sahiplenebiliyordu. Örneğin üniversitelerde başörtüsü meselesini salt bacı, iman, zulüm gibi metaforlarla değil, "kılık kıyafet özgürlüğü" olarak değerlendiriyordu. Bunun da ötesinde yeni nesillerin politik ve bilinçli olması gerektiğini söylüyor, "ben bu koltuğa yapışıp kalmayacağım" diyor ve parti tüzüğüne üç dönem kuralını koyuyordu. Başka? 1982 anayasasına kafa tutabiliyor, şevkle bir "değişim"den bahsedebiliyordu. İstikrarlı, serbest piyasaya ve özelleştirmeye dayalı bir ekonomiden söz edebiliyordu; tam anlamıyla bir liberaldi... Üstelik dini ve ahlaki değerlerini koruyabilen bir liberal! Peki, bu hükümete bugün neden oy vermiyorum? Uzun uzun yazmama gerek yok sanırım. Yukarıda saydığım bütün maddelerden yoksun; özel teşebbüse "beymen'den alışveriş etmeyin, hürriyet okumayın, dersaneleri kapatırım, siz de o okullara çocuklarınızı vermeyin" diyerek karşı çıkan, ayrımcılığı "bu ateistler, solcular; terörist bunlar... çapulcular... ayyaşlar..."  deme noktasına kadar taşıyan (ki bu cümleleri batıda bir yerde, vatikan'da falan bile demeye kalksanız ya deli der tımarhaneye tıkarlar, ya suçlu der hapishaneye atarlar), gündem oluşturmak adına "sivil hükümet" kimliğini kaybedip "rejim devleti"ne bürünerek insanların doğum şekline, sayısına, yiyip içtiğine, inancına, kılık kıyafetine varana kadar son derece totalitar söylemler geliştiren; dış dünya ile ilişkisinde batıdan tamamen kopuk, mezhepçi sapkın duygularla savaş tüccarlığı yapan bir adama dönüştü... Daha sayayım mı? Yolsuzlukları, medyayı ele geçirmesi, yargıya müdahale etmesi, evlat acısı çeken anneyi yuhalatması, danıştayın durdurduğu inşaatlar için "sıkıysa durdursunlar" demesi, yine yürütmenin durdurma kararına rağmen bir avm için inat edip 8 kişinin hayatına neden olacak olaylar zincirini keyifle izlemesi ve bunun üstünden siyasi prim elde etmekten utanmaması... Özetlemek gerekirse son yıllarda liberal, demokrat bir muhafazakar liderin nasıl totalitar, kleptokrat ve ayrımcı bir adama dönüştüğünü canlı canlı izledim, ve Ak Parti'den bütün desteğimi çektim.
Şimdi ana konumuza dönelim: Türkiye tarihini incelediğimiz zaman sağ merkez partilerin hükümete hakim olduğu tüm dönemlerde koşulsuzca muhalefet eden irili ufaklı gruplar olduğunu görürüz. Özal'ın da, Menderes'in de, Demirel'in de, Erdoğan'ın da; onlar her ne yaparsa yapsın beğenmeyen ve hatta ortaya çıkan iyi gelişmeleri de içten içe "bu adamın döneminde olmasaydı" diyerek izleyen bir kalabalık vardı. Yine hepsinin de halkın çoğunluğu üstünde müthiş bir etkisi, halkın onlara karşı ise müthiş bir sevgisi vardı. Ancak, ister Erdoğan öncesi Türkiye'sini inceleyin, İster 2011 öncesi Erdoğan dönemini; "karşı taraf"ta böylesine bir nefret ve kolektifleşme göremezsiniz. Yine aynı şekilde, hükümetçilerin de "karşı taraf"a böylesine bir nefret ile (kolektifleşme demiyorum çünkü bu kanatta hiçbir dönem fraksiyonlar görülmedi, true story) baktığını göremiyoruz. Peki, bugün kitleler arasındaki duygularda görülen bu boyut farkı bizi nereye götürdü?
Eski komüniste Adana'da MHP'ye oy verdiren, elimi kessen CHP'ye oy vermem diyen kitleye (ben bunlardan biriyim, ikna ettiğim 10-15 insanın tamamı da öyle) CHP'ye oy verdiren, Urfa'da 40 yıllık halk partili memura Osman Baydemir'e oy verdiren neydi? Bu kolektifleşmeyi sağlayan, sabırları taşıran yüzlerce neden var. Birkaçını yukarıda yazdım. Yani bir taraf, içinde bulunduğu siyasi duruşu ve duygularını saatlerce konuşacak kadar analiz etmiş, öyle değil mi? Peki ya öbür taraf? Yani bizim aylardır "cahil, bilinçsiz, aptal, taşralı" diyerek nefret kustuğumuz; bize demokrasiyi sorgulatan o kalabalığın dinamiklerini okuyabildik mi? “Anlamıyorlar” diye dövündük de, onları gerçekten anlamaya çalıştık mı hiç? İkna etmek için mi siyaset konuştuk onlarla, yoksa safça dinlemek için mi?
Eğer konjonktür bu derece sağlıksız olaylar ile dolu olmasaydı ve sarsıcı gündem bu kadar hızlı ilerlemeseydi, eminim bir çoğumuz oturup ”karşı tarafı” anlamaya çalışırdık. Ancak üst üste patlayan “turp”lar ve şeffaf devletin, açık toplumun, demokrasinin, adaletin ve özgürlüğün geldiği noktanın gün geçtikçe “kral çıplak” düzeyinde gözler önüne serilmesi bizlerin malum cenah ile kavramları ve vakaları tartışmak yerine onlara “hala mı ak parti?” bakışı atmamıza neden oldu. Az önce yazdıklarımın günümüzü okumamızda, iki taraf arasında uçurumlar olmasının nedenlerini algılamamızda önemi oldukça yüksek.
17 Aralık sabahı yolsuzluk davasının rüzgarı tüm ülkeyi etkisi altına aldı. Biz daha olayların farkına varamadan ekranlarda ayakkabı kutularındaki milyon dolarlardan, kaçırılan altınlardan, verilen rüşvetlerden bahsediliyordu. Ardından 25 Aralık dalgası… Karşımızda iki hükümet vardı: baştan sona yolsuzluklara batmış bir hükümet ve dış mihrakların kumpas kurduğu milletin hükümeti… Birine inanmak zorundaydınız; siyasi turnusol o günlerde “yolsuzluk” kelimesi idi. Ve hatta “17 Aralık darbe girişimi” ve “17 Aralık rüşvet ve yolsuzluk operasyonu” gibi bir tercih de yapmanız gerekiyordu. Her neyse… Burada açıkça görülen şey, demokrasinin tam olarak oturmadığı ülkemizde sivil hükümetin kleptokrat bir yapıya bürünmüş olduğuydu. Fakat henüz siz daha bu konuyu tartışamadan karşınıza tapeler düştü: paralar sıfırlanıyor, kur’an ile dalga geçiliyor, rüşvet yetersiz bulunuyor, medyaya müdahale var, (ne o, hala mı ak partilisin?) sayıştayın raporu engelleniyor, binali yıldırım ailecek ihale dağıtıyor, fenerbahçe’ye müdahale var, (yoksa sen, hala mı ak partilisin yahu?) başbakan beğenmediği mahkeme kararını bile değiştiriyor, 10 milyon dolar veren iş adamı adam olacak, gezi parkını kışkırtan başbakanmış; Hüseyin Çelik öyle diyor (hani otpor, hala ak parti mi?), Burak erdoğan’ın manitası, Yasin el Kadı’ya peşkeş çekilen ihaleler, El kaide ülkeye sokulmuş, Mısır politikası 100 milyon dolara satılmış (hala ak partiliysen konuşma benimle…), Suriye ile savaşa girmek için “Türk usülü 11 Eylül” yapacakmışız, bakanın kolunda 700.000$’lık saat var, Ergenekon ve balyoz sanıkları birer birer dışarı çıkarılıyor, ondan önce de Reza’lar çıkmış, hakim ve savcılar sürülmüş, polisler desen hak getire… (hala ak parti’ye veren, paralel maralel diyen cahildir)
Süreç, okuduğunuz satırlar kadar çabuk geçti. Biz neyi tartışabildik? Neyi okuyabildik? Şaşırmaktan, ayıplamaktan başka elimize ne geçti? Hiçbir şey. Tüm bu gelişmeler yaşanırken de; meydanlarda “geri vites” yapmayan, söylemlerini kat be kat sertleştiren, “yargıya müdahale etmedik”, “Ergenekon ve balyoz askerimize bir kumpastır” gibi, halkın zeka düzeyiyle dalga geçen bir başbakan konuşuyordu. Pardon, bağırıyordu.
Türkiye’de siyaseti belli bir donanımla ve bilinçle okumaya çalışan küçük azınlık, yaşanan gelişmelere şaşırıyordu. Ancak “karşı taraf” şaşırmıyordu. Örneğin ayan beyan ortada olan yolsuzluk için bir taraf “yargılama bile yapılamadı” derken, onlar “ne var bunda canım, oğlunu mu verecekti?” diyor; olayları daha da şaşırtıcı hale getiriyordu. Yahut bir haber kanalının alt yazısına Fas’tan müdahale eden başbakana bir taraf “basına müdahale faşizmdir, anayasaya aykırıdır(28.madde)” derken, bir taraf “ne var canım bunda, adama hakaret ediliyor” diyordu. Twitter kapatıldığında bir taraf “özgürlüğe müdahaledir, dünyaya rezil olduk, amacı ne bu adamın” derken, bir taraf “senin anana bacına küfretseler n’apardın” falan diyordu. Ancak yaşanan rezillikler öyle hızlı oluyordu ki, kimse kimseye derdini anlatamıyordu. Nasıl mı?
Bir bebekten integral almasını beklemekle, asgari düzeyde bile siyaset kavramlarına hakim olmayan insanlardan tüm bu yapılanlara tepki göstermesini beklemek arasında bir fark yok maalesef. Burada bizi şaşırtan, hani, “onca olaya rağmen nasıl hala ak partilisin” dedirten nedenlerin hiç birine hakim olmayan bir sınıf vardı karşımızda ve biz bunun farkına varamadık. Burada genel anlamda bir cehalet yahut bilinçsizlikten bahsetmiyorum, bu ikisinden zaten yıllardır haberdarız. O insanların çoğu, onlara örneğin açık toplumdan, sınıfsal ayrımlardan, algı yönetiminden, stk-hükümetin aynı şey olmamasından bahsetseniz, bildiğinizin tamamını aktarabilseniz dahi sizinle aynı tepkiyi vermeyi bekleyemezsiniz. Bunun birincil sebebi ise cehalet değil, öncelikler. İkincil sebebi de rejimin dayattığı algı yönetimi ile oluşan nefret.

Bu çoğunluğun önceliklerinin ne olduğunu, rejimin dayattığı algı yönetimini ve bizim aylardır yaptığımız hataları ise ikinci kısımda yazacağım. Şimdilik sizin de düşünmeniz gereken soru şu: bir çocuğun ölümü üstünden ayrışma yaşayabilecek kadar ne yaşadı bu toplum?

3 Mart 2014 Pazartesi

Allah Çarpsın Montaj

Malum "anlamadım babacığım" kasetinin montaj olup olmadığını tartışmadan önce dikkat edilmesi gereken adımlar:
1) Karşınızdaki "devlet" kavramını nasıl algılıyor; daha doğrusu devleti bir kavram olarak algılama çabasına hiç girişmiş mi, öğrenmeye çalışın. Ancak toplum sözleşmesi gibi teferruatlara girip kafa karıştırmayın.
2) Montajın ne demek olduğunu sorun. Montaj ve dublaj arasındaki farkı bilip bilmediğini öğrenmeye çalışın. Çünkü "bu montajdır" diyen başbakanı, "o sabah o telefonu yapar mı başbakan aklın alıyor mu yea" diye savunarak konudan sapabiliyorlar.
3) Muhtemelen sizin ne kadar cahil, bilemez, "bu numaraları" yiyen, aciz biri olduğunuza yönelik cümleler kuracaktır. O noktada "tut ki bu görüşme montaj değil, yine ak parti'ye oy vermeyecek misin?" sorusunu yöneltin. Yüksek ihtimal "vereceğim tabii ki" diyecektir. Benim karşıma "vermem" diyen çıkmadı. Ha oldu da vermem dedi, o zaman tartışmayı sabrınızın yettiğince devam ettirin.
Peki, bu kaset neden montaj değil? Bilimsel verileri ele aldığımız zaman montaj olmadığını gördük, ancak bu karşı tarafı ikna etmedi. Geçen yazımda da belirttiğim gibi, bilimsel verilerin hiç önem taşımadığı bir zihniyet ile karşı karşıyayız. Örneğin "bakın şu şirket montajdır demiş, hem de Amerikan şirketi" dedikleri şirket "shame on you!(utanın)" açıklaması yaptıktan sonra ve kasetin montaj olmadığını söyledikten sonra, montaj diyen tayfada bir değişim yaşanmadı.
Yine ses kurgu ödülü almış adam çıkıp "eğer bu montajsa, tüm ödüllerimi bu montajı yapana veririm, montaj olması mümkün değil" dedikten sonra da, yaprak bile kımıldamadı zihinlerde.
Başbakanın hırsızlıklarını da ele alamayacağımıza göre, "böyle savunma olmaz" diyerek kasetin montaj olmadığını anlatmamız gerektiğini düşünüyorum. Zira bugün bir arkadaşım yine "montaj olduğunu kanıtlanmış, gördün mü" dedi. Ben de kendisine "evet, elbette. şüphen mi vardı?" cevabını verdim.

1) Kayıtta hiç "1 milyar dolar" geçmemesine rağmen, 1 milyar doların kaç kg olduğunu, kaç bagaja sığacağını, "sen hayatında hiç 1 milyar gördün mü" gibi savunmalar yapılıyor ve bu savunmalardan kasetin montaj olduğu sonucuna varılmamız isteniyor.
2) Bilal Erdoğan'ın Harvard'da okuduğu ve o kadar da saf olamayacağı söyleniyor.
3) Defalarca aksinin kanıtlanmasına rağmen "o saatte konuşma yapıyordu" deniyor. 
4) Yine aksinin kanıtlanmasına rağmen Sümeyye'nin Konya'da olduğu söyleniyor. (2012 şeb-i arus'unda oradaydı, 2013'te orada değildi.)
Şimdi...
Sürekli "velev ki montaj değil" diyordum. Bu sefer "velev ki montaj" diyorum...
1) Başbakan neden "kriptolu ulan o telefon, neyi dinliyorsun?" demedi de, "kriptolu telefonları bile dinlemişler!" dedi? Hem de kasetin çıkmasından 1 gün sonra...
2) Devlet bir aygıttır. Bu aygıt istese, 10 dakika içinde gerekli raporu kamuoyuna sunar, kasetin montaj olduğunu kanıtlardı. Ancak bunun yerine TÜBİTAK'ı tekrar düzenlemeyi tercih etti ve "alçakça" yorumunda bulunmak ile yetindi. 
3) O saatte Bilal'in nerede olduğu, Başbakan'ın nerede olduğu sinyallere bakılarak tespit edilebilir. İnatla bu yola da gitmiyor devlet, Yazıcıoğlu cinayetinde olduğu gibi işleri ağırdan almayı mı tercih ediyorlar acaba?
4) Bilim Bakanımız talihsizce bir açıklama yapıyor ve "kanıtlamaya gerek yok, ben montaj olduğunu hissettim" diyor. Yaptığı duble yolu, camiiyi, dış cepheyi bile belgelerle; açılışlarla; reklamlarla gözümüze gözümüze sokan devlet; bu konuda neden böylesine uyuşuk?
5) Konuşmayı yayımlayanlara ve özellikle Kılıçdaroğlu'na dava hala açılmadı. Tazminatlardan aldığı paralar ile övünen Başbakan, böylesine önemli bir mevzuda niçin Kılıçdaroğlu'na dava açamıyor?

Daha da sayabilirsiniz madde... Montaj olmadığına dair çok sayıda kanıt ve görüş bildirebilir. Ancak gelin görün ki, montaj olmadığına dair ancak 1 milyar doların kaç kilo geldiği ve "Allah çarpsın montaj" demekten başka bir şey gelmiyor ellerinden.
Gerçeği görmek de vatandaşın vicdanına ve zeka düzeyine kalıyor...

28 Şubat 2014 Cuma

İnandırılmış Çoğunluk

Ülke olarak delirmeye başladığımız şu son aylarda, gündem oluşturan her verinin tartışma konusu olmasından değil, tartışırken kurulan cümlelerden; değişen toplum algısından ve kemikleşmiş, kulaktan dolma fikirlerden ötürü psikolojimin bozulduğunu söyleyebilirim. Dilimin değil zihnimin yorulduğunu, başımın değil vicdanımın ağrıdığını hissediyorum.
Sanırım söylenen her sözü normlaştırma, şaşırmama ve olabildiğince fiziksel tepki vermemenin vakti geldi. Zihinsel ve bedensel olarak sakinleşmemiz gerektiğini düşünüyorum.... Tamamen sakin bir vaziyette yazacağım bu yazımı da...
Türkiye'de sağ merkez partileri iktidara taşıyan, apolitik, orta halli ve gelenekçi bir kesim vardır, bu kesimin adı "sessiz çoğunluk"tur. Bu sessiz çoğunluğun muhafaza ettiği bazı genler vardır; örneğin kitleler halinde sokağa dökülmezler, bağıra çağıra siyaset yapmazlar, gündelik yaşamları benzerdir; örneğin pazar günlerinin bir kısmını evde pijamayla, bir kısmını kendin pişir kendin ye restoranlarında geçirirler. Sinemaya nadir giden, tiyatroya ise hiç gitmeyen insanlardır. Şehirdeki sessiz çoğunluk avm'yi, mini-kenttekiler ise çarşı'yı severler. Erkekleri futbol konuşmayı, kadınları ise komşu muhabbetini severler. Çevrelerine zararsızdır bu sessiz çoğunluk. Partilidirler, partilerini ise babadan miras alırlar. Çekirdek ailelerinde hiç görülmese de, demokrasiye çok önem verirler. Gündelik gazete alırlar, ancak üç-beş satırına göz atarlar. Akşamları dizi kanallarından birinde ana haber bültenlerini mutlaka takip ederler; takip ettikleri kanal ise sabittir. Eğitime önem verirler, ancak bunun nedeni çocuklarını bir entelijansiyaya dahil etme arzusu değildir; eğitim ile zenginliğin paralel ilerleyeceğini düşünürler. Mutlaka bayram namazlarını kılarlar, çoğunluğu cuma namazlarını da aksatmamaya çalışır. Devam etmeye hacet görmüyorum...
Ak Parti'yi iktidara taşıyan da bu sessiz çoğunluktur. (Bunların yanında bir de liberal ekonominin istikrarından faydalanan/hoşnut olan ve özgürlük alanında yapılan yenilikleri de sempati ile izleyen bir kesimi vardır Ak Parti'nin.)
Genleri kemikleşmiş bu sessiz çoğunluğu bugün incelediğimiz zaman, ortada son bir yılda gözlemlenebilir bir değişim olduğunu görüyoruz. Yaşayışları değişmeyen bu çoğunluk, farklı nedenlerle agresif bir şekilde politize olmuş ve artık siyasal sahnede daha aktif bir şekilde yer edinmeye başlamıştır. Bunun nedenlerini tabii ki sosyologlar daha iyi açıklayabilir, ben yalnızca aklımda olan birkaç şeyi yazacağım.
Ak Parti, Türkiye'nin siyasal tarihini ve bugününü okuyarak kendine bir rol biçmiş, ve biçtiği bu rolün önemini manipülatif kimliğiyle bu sessiz çoğunluğa çok iyi yedirmiştir. Siyasal tarihi okuyarak kendisinden önceki dönemi; bugünü okuyarak da kendisinin olmayacağı bir geleceği servise hazır zihinlere yerleştirmiştir. Toplumda yarattığı bu yeni algı; bilimsel verilere kapalı ve agorafobik(dışarı çıkma korkusu) bir sosyal zihin oluşturmuştur. Bu zihin aynı zamanda; komplo teorilerine kapılarını sonuna kadar açan, inanmaya ve korkmaya dayandırılmıştır. Ortaya öyle bir fotoğraf çıkmaktadır ki; kendi içinden olmayan (sessiz çoğunluk sınıfından olmayan) her insanın söylediklerini kasıtlı, adice, haince görmekle kalmayıp; anlatılanların son derece basit olduğunu, asıl komplike ve düşünerek edinilmiş fikirlerin kendisine ait olduğu inancına sahip olmuştur. Sizin ona anlattıklarınız hikayeden ibarettir; tecrübesizliktir, yalandır, basittir, at gözlüğü ile edinilmiş fikirlerdir, biraz daha araştırmalısınızdır. Onun size anlattıkları; korku dolu zihnine manipülatif şahıslarca anlatılanlar ise aslında kendisinin edindiği fikirlerdir, doğrudur ve tartışmaya açık değildir.
Örneğin ortadaki bütün bilimsel verilere rağmen Kabataş olayı sizin düşündüğünüz gibi değildir, işin içinde başka şeyler vardır.
Yine ortadaki bütün verilere rağmen kasetler montajdır; ve hatta ortada hiç olmayan bilimsel verilere rağmen konuşmalar muhakkak ki montajdır.
Örnekleri çoğaltmayacağım. Demem o ki: bugün Türkiye'de çok tehlikeli bir sessiz çoğunluk oluşmuştur. Hipnotize edilmiş zihinleri ve her ne olursa olsun; tekrar söylüyorum; her ne olursa olsun, söylenenden başka bir şeye inanmayacak bir kalabalık yaratılmıştır Türkiye'de.
Bu kalabalık kullanılarak her şey yapılabilir, yapılmaktadır da. Yargının bugün geldiği durum, ekonomiden dolayı sorumlu tutulan kişiler, meclisten geçirilen torba yasalar, son derece ayrımcı bir dille meydanlara bağırabilen bir başbakan, ve bunların farkında olmayan; agresifçe siyaset yapan, hipnotize edilmiş çoğunluk; ve maalesef, art niyetli, ahlaksızlarca; çoğunluğun despotizmi ile yönetilen bir Türkiye...
Aklı başında dostlarıma tavsiyem; sakin olmaları, ancak bu kalabalığın söylemlerini norm haline getirmeden, akıl ve vicdan yolu ile değiştirmeye çalıştırmalarıdır.
Allah hepimizin yar ve yardımcısı olsun...

14 Kasım 2013 Perşembe

Yokuş

Bir kötü mahalleden bir ucuz mahalleye, iyilik taşları ile kurulu bir nankör yokuş kurulmuş. Oysa ki ne hadsiz koşuyordu çocuklar o yokuştan... Hiç düşmeyeceklermiş gibi, yere en yakın vakitleri üç-beş melodi ile bir sigara; hallice birkaç satırdan kurulu küçük dünyaları vardı çocukların; yokuş aşağı, yıllar ileri koşuyorlardı. Kötü adamlardan koruyorlardı kadınlarını; kadınlarından öte her adam kötüydü bu nankör yokuşta; oysa ki, sanki tek sermayeleri sakallarıydı adamlıkta. Kadın sinsi, kadın nankör, kadın güzel, kadın masum, kadın güzeldi ve her vasfı adamın penceresinden kazanıyormuş gibi, çağdaş ağaçlarla örülü ataerkil bir yokuştu burası. Sakal attıkça çocuklar, kuyuya düşenler oluyordu; mikropların, devletlerin, borçların ve kaderin açtığı kuyulardan alaşağı oluyorda koca koca adamlar, hanımlar... Tüm yokuş sürecekmiş gibi acıları yere eğiliyordu çocuklar; sanki kilometreler atınca kuyulardan çıkan sesler kesilmeyecek, yüzler eskimeyecekmiş gibi... O da eskiyor bu nankör yokuşta ve nice hayaller sükutla buluşuyor bu çocuklar için. Ah ki o oyuncaklara, ah ki o şiirlere, ah ki o intikamlara, ah ki o mevsimlerin getirdiği adaletsizliklere... Yokuş nankör; mahalle kötü; kirlenmiş hayatlar, bencillikler, sorumluluklar, imkansızlıklar, isteksizlik eldiveni giydirilmiş hırslı parmaklar, aşklar ve hallice birkaç satırdan kurulu küçük dünyaları vardı artık adamların; adamlar; üç-beş melodisi elinden alınmış küçük çocuklarmış aslında.

7 Ekim 2013 Pazartesi

Gelir Bir Tebrizi

Teorilerin felsefe romantizminde tartışıldığı bir ortamda birkaç dakika sonra kendinize uzaktan şöyle bir bakın. Her nasılsa vaziyet birden "o masa gerçekten orda mı" süphesine varıyor çünkü. Ortamda tüm septisizminden ayrılmış olan eleman "orda tabi amk" tepkisini verene kadar da durumun farkına varamıyorsunuz.
Fakültede bir dersimizde "suç ve ceza ilişkisi" işlenirken, bu iki kavrama paralel ve bağlı çoğu teoremi öğrenip sarhoş olduğumuz dakikalarda, "bir eve hırsız girdi. burada suçun konusunu ne oluşturuyor?" sorusuna 5 dakika boyunca sessiz kalan bir sınıf...
Anlatabildim umarım.
Ben başka bir konuya geleceğim. Düşünmek ve okumak arasında kuşkusuz belli bir bağ var. Bu bağı da düşünceler ve bilgiler oluşturuyor. Tekerlemeye dökecek olursak "bilgi-fikir ilişkisi" diyebiliriz.
Bu iki kavramın savaş verdiği bir beyinde kim kazanır sizce? Hangisi ahkam kesebilir?
Elbette çoğunuz "fikri bilgi getirir" diyorsunuz. Da. Öyle mi gerçekten?
En son ne zaman farklı mahalleden çıkan bir yazıyı bilgi edinmek için okudunuz?
En son ne zaman farklı mahalleden gelen bir fikrin dayandığı bilgileri dinlediniz?
Benim uzun zaman olmuş, şöyle dövülürcesine ikna edilmek istediğim son zamanı hatırlayamıyorum doğrusu.
Dinlemeye aç bir insan görmeyeli de uzun zaman oldu. Buram buram konuşmak istiyor herkes. Teşhirci gibi konuşmak istiyorlar. Dinlemeye, okumaya, öğrenmeye, fikir eleştirisine bile sabırsız bir toplumuz sanırım.
Karizma kaybı korkusuyla mı, popülist dünyanın kölesi olmakla mı ilgisi var, bilmiyorum. Her konuyu dönüp dolaşıp buraya nasıl taşıdığımı da bilmiyorum açıkçası. 
Her neyse...
Düşüncelerin de bilgilerin de ahkam kesmesinden sıkıldım. Dinlemeyi özledim. Ahkam kesmeden tartışmayı özledim. Düşünmeden konuşmayı özledim. Bunu özleyen toplumu istiyorum. Masanın varlığını konuşalım biraz, istiyorum.
Şems istiyorum. 
Gelsin yaksın okunmuş kitaplarımı, ona bile razıyım şerefsizim.

1 Ekim 2013 Salı

İsmet'in Şarabı

Ölüm kere ölüm,
Özgürlük kere özgürlük,
Tuğla kere tuğla,
Ve Allah...
Yetişmem gereken kavramlarım var benim,
Ve peşinden koşarken tutunmak zorunda olduğum kara,
Karadan koparan melodilerim,
Çaylarım ve manzaralarım,
Yüzüne bakınca utanacağım realitelerim,
Secdelerim ve dostu kuşkularım,
Yargılarım ve yargılanmalarım,
Sahtece bir mutluluk,
Sahtece birkaç melankoli,
Ve ölümlerim,
Özgürlüklerim,
Özgürlükleriniz ve ölümleriniz,
Tartışır durur olmayan kanatlarımı kırmağa.