24 Eylül 2013 Salı

İçimdeki Rejim Nefreti - 2

Bana "sence günümüzün en büyük problemi ne" diye sorsalar hiç düşünmeden "müslümanların vaziyeti" derdim. Ama dünyaya yön veren popüler kültürün son yıllardaki en yoğun tartışma konusu olan "özgürlük" kavramını açmak istiyorum biraz.
Günümüzün "en büyük problemlerden biri" olan "özgürlük" sorununu...
"İnsan ne zaman tam anlamıyla özgür olur" sorusuna tek kulvardan bir yanıt veremezsiniz. Bu soru felsefidir, siyasidir, dinidir... Özgürlük için söyleyebileceğim tek şey, özgürlüğün her şeyin üstünde olduğudur. 
Özgürlük; siyasi, felsefi ve dini tüm kulvarlarda üstün bir kavramdır. 
Hatta öyle büyük ve geniş bir kavramdır ki; 16 yaşında bir kızın haftasonu bara çıkması da, secde etmek de, inançsızlığını bağırmak da bu kavramı besleyen olaylardır.
Rejimlere olan nefretimi anlatmak istediğim için, sistem içinde büyüyen "insan"ın özgürlük sorununu yazacağım. 
İlk yazımda rejimlerin toplumlara dayattığı değerlerden ve bu değerlerin ebeliğini yaptığı hiyerarşiden bahsetmiştim. Rejimler bu bağlamda bireylere toplum ve tarih içinde kimin değerli olduğunu; kimi sevmeleri ve saymaları gerektiğini de emrediyor demiştim.
Toplum ve rejim arasında kurulan bu emir-komuta ilişkisinin çok farklı araçları vardır: eğitim, sinema, müzik, edebiyat... Ve tüm bu araçlar tek bir kavram uğruna kullanılır: tabu.
"Rejim bize kimi sevmemiz gerektiğini emrediyor" dendiğinde aklımıza yalnızca siyasi ve tarihi kişiler gelmemeli. Kime aşık olmamız gerektiği, hangi bireyleri "büyük" görmemiz gerektiği gibi özel hayatı da düzenler çünkü rejimler. 
Bu teoriyi ise acayip komplo teorileriyle beslemeye hacet yoktur. "Rejim" dediğimiz kavramı yalnızca yeraltı güçler-devlet kapsamıyor. 
Hegemonya kurabilen tüm kavramlar rejimin çizmek istediği yola asfalt döker. Popüler kültür, kırsal kesim, aile, devlet, cemaat de hegemonya kurarak rejime (bilinçli-bilinçsiz) hizmet eder. 
Bilindik örnek vermek gerekirse: örneğin popüler kültür sizi bir şarkıyı sevmek, sabri sarıoğlu'na ya da nihat doğan'a gülmek zorunda bırakır. Bir satırını okumadığınız Nazım Hikmet'i, Ömer Hayyam'ı; yaşadığından bihaber olduğunuz Castro'yu, kontrgerilla yapılanmasını bilmeden Türkeş'i sevdirir.
Kırsal kesim sizin giyim-kuşamınızı sınırlar; erkek tipini ve kadın tipini belli çizgiler içinde tutar. 
Bu yazdıklarım da birer hegemonyadır. Ve yıkılmaz tabuları size enjekte eden bu sistemin içinde özgür olabilmek de, meseledir. Zordur.
Çünkü tüm bu saydığım iç ve dış etmenlerden çıkmış herkes, kendini sözüm ona özgür addeder. Seçmek özgürlük değildir.
Seçim yapma şansı tanınması, özgürlük değildir.
Modern devlet rejimlerinin verdiği "özgürlük" tablosunu en iyi anlatan karikatür şu bence:


Eminim daha önce de görmüşsünüzdür bu karikatürü.
Şimdi...
Hukuk fakültesinde şöyle bir kavram öğrenmiştim: "pozitif hukuk". Yani "yürürlülükte olan hukuk".
Ben de "pozitif rejim"e bakıp şunu söyleyebilirim: sistem sizin marka meraklısı aptallar olmanızı istiyor. "Armani, burberry, LV, Lacoste"u seçmekte özgür bırakıyor. Ve markaya düşkün aptal bir sınıf çıkıyor ortaya. 
Sistem araçları (eğitiminizle, yaşadıklarınızla, gördüklerinizle) sizin lüksü ve lüks yaşayanı sevmenizi istiyor. "Kalite" tabunuzun limitsiz kredi kartlarından, cam gibi arabalardan oluşmasını istiyor. Bunlar için çalışmanızı; bunlara sahip olanlara saygı göstermenizi istiyor. 
Örnek karı-koca tipini çiziyor, örnek müslüman tipini çiziyor, örnek laik tipini çiziyor; kimin iyi ve kötü olduğunu çiziyor...
Toplum ise bu örneklerden seçim yapıyor.
Nasıl bir eşi ya da arkadaşı olması gerektiğini, nasıl bir müslüman olması gerektiğini, nasıl yaşaması gerektiği düşünmüyor, sorgulamıyor.
Özgürlük?
Neye inanırsa inansın, ne isterse istesin; kendi karar verdiği sürece özgür olur insan. Dayatılmış tabularını yıkarak ulaştığı noktada özgür olur.
Ne mutlu özgür olana. 

devam edecek...

23 Eylül 2013 Pazartesi

İçimdeki Rejim Nefreti - 1

Türk sinema tarihinin en baş köşesine yerleştireceğim birkaç filmden biridir Sinan Çetin'in "Kağıt" filmi. İnce sahneleri anlayanların birbirine kalabalıklar içinde tebessümle bakacağı bir filmdir.
Bir sahnesinde "her yasak kendi isyancısını yaratır" diyor; ki, bana sorarsanız "isyan"ı meşru kılan bir numaralı cümledir.
Buna benzer: her rejim kendi değerlerini yaratır. Ve içine aldığı toplumu yarattığı bu değerlere göre bir hiyerarşiye dizer.
Kapitalist sistemin içinde bir 3. dünya ülkesi olduğumuz için, insana verilen değerlerden; bireylerin önyargıları altında yatan dinamiklere kadar bilumum konuları tartıştığımızda aklımıza ilk başta "para, marka" gibi kavramlar geliyor.
Tıpkı Nazi Almanya'sında toplumun bireylere değer biçerken kurduğu hiyerarşide akla ilk gelen kavramın "ırk" ya da "fiziksel güç" ve hatta "komünist olmamak" olması gibi...
Tıpkı kapitalist sistemin tersine, bürokratik oligarşinin olduğu bir ülkede milyon dolarlık iş adamlarının "memur" önünde el pençe divan durması gibi...
Her rejim kendi değerlerini yaratır, bu değerlere göre toplumu sınıflara ayırır; şekillendirir, ve toplumun bu değerler sınırında insanlara saygı göstermesini, bu değerler çerçevesinde insanları sevmesini bekler.
Rejim topluma bunu yapmasını emreder. Farklı değerlerce bireyleri yargılayan kimselerin ise buharlaşıp gideceğini, öleceğini, sistemin yarattığı kalabalık yüzünden sesini asla duyuramayacağını söyler.
Örneğin faşist düzende "güçlü olan yaşar".
Kapitalist düzende orta sınıf şükreder, fakir sınıfsa karnını doyurma çabasından sisteme karşı ayaklanamaz, ayaklanırsa da sistem onu içine alır. (hapse atar, susturur, öldürür, "terörist" gibi katledilmesini meşru kılacak sıfatlar yükler gruplara)
Sosyalist düzende ise "çalışmayan ölür". Bireylerin aile, din, aşk gibi kaygılardan sıyrılıp devleti kalkındırmak için "herkesin herkes gibi" çalışması gerekir.

Şimdi bu sıkıcı örneklerden arınıp kendi toplumuma bakıyorum. Ve hatta kendime bakıyorum.
"Bir insana değer verirken, toplumumuz neye bakıyor? Sistem bugüne kadar hangi değerlerce insanları yargılamamızı emretti? Ben neye göre yargılıyorum?"
1. Cumhuriyet rejimi, bir insanın üç tipte olmasını istiyordu: türk, sunni, laik... Sistem bu üç özelliği benimsemiş kimselerin yükselmesine izin veriyordu ve üç kimlik dışında elini kaldıranlara...
Türk değil Kürt olana ağır bir devlet politikası uyguluyordu.
Sunni değil Alevi olanı katlediyordu.
Laik/seküler değil dindar olanı ise okula, kamuya, bürokrasiye, meclise sokmuyordu.
Yani yukarıda yazdığım gibi sistem onu "buharlaştırıyordu".
Bugün uygulanan rejimin ne yaptığı ortada, uzun uzun yazmayacağım. Ama sağ merkezin ülkeye soktuğu kapitalist genlerin ne yaptığını da konuşmak gerekiyor.
Şunu anlayamıyorum: faşist düzen, bürokratik düzen, sosyalist düzen ve bu düzenlerin sunduğu değerler, bu düzenlerin sunduğu "örnek vatandaş tipi" bu topluma yanlış geldi; kanını pıhtılaştırdı da, kapitalist düzenin emrettiklerine nasıl "eyvallah" dendi?
Amerika ikinci dünya savaşı'nı kazandığı için mi toplum paraya, güce tapar oldu?
Çok romantik bir yaklaşım oldu sanırım...
Peki anti-entelektüel hegemonyayı başımıza saran; örneğin vicdan, akıl, edebiyat, tarih, felsefe, tasavvuf gibi konuların ahlaksız ticaretin ve markanın aşağısında durmasının nedeni nedir?
Kodamanların her fikir adamından daha saygın olmasının, daha çok sevilmesinin sebebi nedir?
Ve üstelik bu genlerin bize ordan burdan değil, sağ merkezin, muhafazakarların bizzat salonundan bulaşmasını nasıl açıklayabiliyorsunuz?

devam edecek...

21 Eylül 2013 Cumartesi

Kemalizmin İkiz Kardeşi: Tayyipizm

"Lider seviciliği"nin kitleler tarafından bir süre sonra "tanrılaştırma"ya dönüştüğü her dönem için su götürmez bir gerçektir. Ancak bu kitlelerin tanrılaştırdığı liderleri, dinselleştirdiği ideolojileri dışında da bir inançları olduğu için, bir şirk içinde olduklarını asla farketmezler.
Tanrılaştırma çoğunlukla o dönemin iktidar sevicileri tarafından yapılır. "O dönemin" diyorum; çünkü "güce tapma" ve "lider seviciliği" her ne yönden gelirse gelsin ve her ne zamanda olursa olsun şeklen aynıdır. Buyrun, size iki tip örnek:

Ben de pek çok insan gibi kemalizmi bir din olarak algılar; öyle eleştiririm. Kemalist öğretiyi ve Atatürk'ün idolize edilmesini (idol bilinen anlamıyla "örnek alınacak kişi" değil, "put" demektir) rejimin yetiştirdiklerine istediğiniz kadar anlatmaya çalışın; sizi ciddiye almazlar ve aşağılarlar. 
Her neyse...
Yine anıtkabirde secde edenlerden ya da ölü bir bedenden medet umanlardan değil; üst tabakadan bir örnek vereyim: Atatürk öldükten yaklaşık bir yıl sonra, 18.09.1939'da Celal Bayar, Cemal Kutay'a yazdığı bir mektupta ulu şefe olan sevgi ve saygısını anlatırken şöyle diyor: "yapılan her şey sevgili Atatürk'ün ve milli şef İnönü'nün ilham ve yardımlarından kuvvet alan müşterek çalışmaların mahsulü ve rejimin malıdır". Ve mektuptan sonra şöyle diyor: "Ey Atatürk! Seni sevmek ibadettir."
Tabii ki o dönem Atatürk'e tapan çok kimse vardı. Ben bugünün konjonktürüne çok benzer bir örnek olduğu için Bayar'ı yazdım. Öyle zannediyorum, size de tanıdık geldi bu ifade.


Merkez sağ düşüncenin hemen hemen bütününde bulunan ve artık "genleşmiş" bazı özellikler var: radikal sunni bir inanca sahip olmaları ve kapitalist düzene (kibarca liberal ekonomi deseler de) inanmaları ve Atatürk'ün her düşüncesine (bilinçsizce) mesafeli yaklaşmaları. 
(bilinçsizce demesem "hmm atatürkçü heralde" derlerdi...)
Ancak bir geleneği de iktidar olmak olan merkez sağ, kemalistlere yönelttiği tüm eleştirileri, özellikle Ak Parti'nin statüko olma "başarısı"ndan sonra birer birer yaşamaya başlamıştır. Kemalist çizgiye olan nefretleri gözlerini öylesine kör etmiştir ki; dönüp kendilerine baktıklarında aradaki benzerliği farkedemezler.
Merkez sağdan, Ak Parti Bursa Milletvekili Hüseyin Şahin'in ne dediğini hatırlayalım: "Başbakan Erdoğan'a dokunmak ibadettir."
Maşallah, bir nidası eksik kemalistlerden...
En az kemalizmde olduğu kadar, merkez sağda da sayabileceğimiz binlerce örnek var. 
Ama şimdi "putlaştırma bu", "tanrılaştırmak bu", "cahillik bu", "yanlış bu" gibi edebiyatlara hiç girmeyeceğim vallahi. Boşu boşuna vakit israfı. 
"Artık uyan Türkiye'm..." desem de oldu sana Yılmaz Özdil.
En iyisi ufaktan kaçayım. Hadi eyvallah.

15 Eylül 2013 Pazar

Mahallemizdeki İrlandalılar

Şuur kaybı yaşatan tek nesne uyuşturucular değildir. Ve hatta, kapitalizmin yarattığı tüm sabun köpüğü değerler; kısa vadede vakit geçirmek, uzun vadede şuur kaybı yaşatmaya hizmet etmektedir.
Bahsettiğim şuur kaybı, bir dava yolunda yaşanan şuur kaybıdır. Dakikaların hiç çaktırmadan geçmesi, klişe haline gelmiş "(aslında) ihtiyacımız olmayan şeyler" sınıfını besleyerek, şuur kaybından da aşağılık olarak; davasızlaştırıyor.
Kavimler, şehirler, yöreler ve bölgelerin sosyo-kültürel değerlerine ve ekonomilerine göre değişiklik gösteren bu maddelerden her bahsedildiğinde ise aklımıza "şeytan batı" geliyor.
İlk satırda yaptığım gibi; kapitalizmin yarattığı (markalaşma, hızlı yaşam, mekanlar hiyerarşisi vb.) bazı kavramlara saldırıyoruz mesele "dava" olduğunda.
Amenna...
Ancak biraz da farklı bir pencereye yönelmemiz gerekiyor. Batıdan mahallemize gelen ve yeni yüzyıl icadı "karanlığa" sırtımızı dönüp, doğunun gelenekçi ruhunda yatan, asıl şuur kaybı yaşamamıza sebep olan kavramlara inmemiz gerekmiyor mu?
Biat kültürünün ne derece akılları hançerlediği çok aşikar değil mi?
Entelektüellerin günümüzde medyaya ve medyanın toplumu yönlendirmesine yönelik tüm eleştirilerin temelinde aslında biat kültürü yatıyor. Ve biz, burnumuzun ucunda yüzyıllardır yatmakta olan bu hain; aşağılık kültüre kimi doğaüstü korkularımızdan dolayı eleştiri dahi getiremiyoruz.
Batıya yaşatılan şuur kaybının tüm değerlerini; popülist dünyanın müzik ve sinema alemiyle doğuyu dejenere etmek istediğinden; normlarımızı değiştirerek genlerimizle oynadıklarından bahsetmiyor muyuz?
Ya da 1. Cumhuriyet'in yaptığı bilumum inkılapları, dayattığı eğitim sistemini "bir halkın şuurunu, tarihini yok etti" diye eleştirmiyor muyuz?
Buyrun o zaman...
Medyayı, popülizmi, inkılapları ve justin bieber'ı eleştirirken, tüm o doğaüstü korkularımızı yenerek kendi gelenekçiliğimizde yatan ve bizi düşünmekten, çalışmaktan, seçim yapmaktan alıkoyan o korkak; biat aşığı aşağılık değerlerimize de yüklenelim.
Buyrun, size ispatı farazi bir iddia: Anadolu; keramet hayranlığından kurtulmadıkça; ve "dua"nın aslında ne olduğunu kavrayamadıkça, ortadoğuya demokrasi gelmeyecektir.
Anadolu; hocalarını biat edilen peygamberimsi şahıslar olarak görmektense; "tavsiye veren" olarak görmedikçe; ve hocalar anlatmaktan öte müridlerini okumaya, bilmeye ve tartışmaya teşvik etmediği sürece, Filistin özgürlüğüne kavuşmayacaktır.
Nasıl ki Batı marka merakını yenemeden asr-ı saadet yolunun asfaltları dökülmeyecekse...
Nasıl ki akıl ve vicdanın tenceresi salt medya olmaktan çıkmadan; "üstümüze oynanan oyunlar" bundan sonra da bal gibi oynanacaksa...
Doğu da fikri ve zikri olarak ayağa kalkmadığı, kendini biraz daha materyal müslüman yapamadığı ve hatta "materyal" kelimesinden korkmadığı sürece, hiçbir şey olmayacaktır, değişmeyecektir.

12 Eylül 2013 Perşembe

Gündeme Dair

KAVRAMLAR TÜRKİYE'Sİ

Türkiye'de, kesimlerin kendilerini sınıfsal olarak ayırmak için kullandıkları kalıp sözcükler vardır. Ancak bu kalıp sözcükler meşruiyet kaygısıyla kullandığı için; "devrimci, anarşist, yobaz, gerici" gibi kavramlar ya azınlıklar tarafından kullanılır, ya da çoğunluğun karşı mahalleye taktığı bir isim olarak...
Şu an bu meşruiyet kaygısı iki kavram üstünden yürüyor: halk ve millet.
Gezi ile başlayan olaylardan sonra; polisin sert bir tavır aldığı ve hükümeti beğenmeyen kesim kendini "halk" addediyor. Karşılarında ise "millet" var.
Polis "kendi halkına" şiddet uyguluyor...
Halk ise "milletin iradesine" saygı göstermiyor...
Ne yazık ki iki kesim de yalan söylüyor. Ne halk, halk; ne millet, millet... En azından düşündükleri kadar sığ bir sınıfı temsil etmekten çok öte kavramlar bunlar.

DİRENİŞ(?)

Sosyal medya üzerinden "gezi! yeniden..." edebiyatı yapılmaya başlanılıyor. Ancak Gezi Direnişi bir daha olmaz, olamaz da.
En azından 22 yaşında bir çocuğun ölümünün ofsayt pozisyonu tartışır gibi tartışıldığı bir ortamda...
Sokağın tek bir sınıfa ait olduğu ve "yok mu sarışın mavi gözlü bir tane daha" diye arayış içine düşenlerden oluştuğu bir ortamda...
Taktik olarak "çevrecilik iyi tutmuştu" yolu ile kıçtan uydurma yol projelerinin olduğu bir ortamda...
Ulusalcı çirkin aktivistlerin asıl ayrıştırıcı olduğu bir ortamda...
Bugün inatla "durmak yok" diyen sınıfın, salt Gezi'nin içindeki dinamiklerden biri olan TSK aşığı, kemalizm nedir bilmeksizin kemalist ve şovenist insanlardan oluştuğu bir ortamda...
Olmaz efendim. Kasmayınız.
Ve artık sahte direnişinize bir son veriniz. Ölmek ne demek tam olarak anlayabiliyor musunuz bilmiyorum ama, çocuklar ölüyor. Boş yere ölüyor.
Bu sefer "taklit" aslını yaşatmıyor efendiler; taklit ettiğiniz direniş aslını kirletiyor. Faşizan söylemlerinizi kıçınıza tıpa yapıp, sokaklardan ayrılın bir zahmet.

Polislerin tavrını da hala çözebilmiş değilim. Hiç mi salonun ortasında, altında bezle durduk yere ağlayan bebek görmediniz? Ne yapılır ona ben söyleyeyim; hiç bakılmaz.
Suratına bakılmaz...
Sesi duyulmaz...
Yokmuş gibi davranılır...
Bir süre sonra bebe gürültü çıkartarak dikkat çekemediğini anlar, ve susar. Siz neden inatla ağlayan bebelere vuruyorsunuz? Manyak mısınız? 100 kişilik bir kalabalığın üstüne toma sürersen, gaz atarsan, tekmelersen; o 100 kişi 1000 kişiye çıkar. Ki, bunu Gezi'de tecrube etmiştiniz.
Vali Mutlu'nun gözlerinde birazcık IQ parıltısı görsem, umutlu konuşacağım da... Yok...
Ne diyeyim, Allah bu "mini drnş"ten zararsız çıkmamızı nasip etsin.

8 Eylül 2013 Pazar

Mesele Olimpiyat Değil Yiğen

Twitter'ın bomba gündemi birden  #istanbul2020 olunca, son 10 yılda kapitalist vicdanlar üreten bir memlekette nasıl birden şovenist bakışlar doluştu etrafa onu merak ettim, oturdum olimpiyatları google'lamaya başladım.
Tabii ki olimpiyatların ülke ekonomisine sağlayacağı katkı gibi sıkıcı şeyler de yazıyorlardı ancak kimse reddetmesin... Birden vatanperver duyguları ürperdi popülistlerin.
Neyse, olimpiyatların kaç yılda bir nerelerde yapıldığına falan dalarken şunu farkettim: olimpiyatlar, 2020 yılındaydı.
Birden 28 yaşına girdim...
Ufak kardeşlerim, birden 20'li yaşlara adım atmaya başladı...
Babam aniden 60'ına yaklaştı...
Annem tam 50'sinde...
Dedem fotoğrafta flu gözüküyor...
Okul... Yok...
Ev? Hangi evdeydim? Evli miydim?
Çocuk?..
Dava?..
İş?..
Hükümette kim var?..
Hangi yürüyen kelimeler, hangi nefes alabilenlerin mezar taşlarına yazı oldu şimdi?
Haytalık yapmak için de mi çok geç be!

Ve olimpiyatları araştırmayı bitirdim. Google'dan da çıktım, bilgisayarı da kapattım, haber kanallarını da... Öyle uçtum ki, aklıma "tanrı'yı güldürmek istiyorsanız, ona planlarınızdan bahsedin" geldi, güldüm.
Bir insan, bir dakikada "şut çeksene" diyen kardeşini özler mi lan? Özlüyormuş vallahi.

Olimpiyatlar mı çıldırttı bizi? Hala "gezicilerden ötürü" ve "tayyip kazanmasın"cılar kavga ediyor.
Çevrecilik konusuymuş da...
Ekonomi iyiye gidecekmiş de...
Kazanamasak da reklam olmuş da...
Senenin 2020 olacağı hiç mi kurculamadı aklınızı? Korkan, heyecanlanan, sırtını arkaya yaslayıp tavanla bakışan da mı olmadı?
Olimpiyat mı sildi hayal gücünüzü?
Kapitalist fikirleriniz mi aldı kaygı yeteneğinizi?
Şovenizm yapmakla çok mu meşguldünüz zamanı yakasından tutup "otur lan" demek için?

Yoksa ben mi hafiften...
Neyse memleket... Bu da böyle bir anı...