14 Kasım 2013 Perşembe

Yokuş

Bir kötü mahalleden bir ucuz mahalleye, iyilik taşları ile kurulu bir nankör yokuş kurulmuş. Oysa ki ne hadsiz koşuyordu çocuklar o yokuştan... Hiç düşmeyeceklermiş gibi, yere en yakın vakitleri üç-beş melodi ile bir sigara; hallice birkaç satırdan kurulu küçük dünyaları vardı çocukların; yokuş aşağı, yıllar ileri koşuyorlardı. Kötü adamlardan koruyorlardı kadınlarını; kadınlarından öte her adam kötüydü bu nankör yokuşta; oysa ki, sanki tek sermayeleri sakallarıydı adamlıkta. Kadın sinsi, kadın nankör, kadın güzel, kadın masum, kadın güzeldi ve her vasfı adamın penceresinden kazanıyormuş gibi, çağdaş ağaçlarla örülü ataerkil bir yokuştu burası. Sakal attıkça çocuklar, kuyuya düşenler oluyordu; mikropların, devletlerin, borçların ve kaderin açtığı kuyulardan alaşağı oluyorda koca koca adamlar, hanımlar... Tüm yokuş sürecekmiş gibi acıları yere eğiliyordu çocuklar; sanki kilometreler atınca kuyulardan çıkan sesler kesilmeyecek, yüzler eskimeyecekmiş gibi... O da eskiyor bu nankör yokuşta ve nice hayaller sükutla buluşuyor bu çocuklar için. Ah ki o oyuncaklara, ah ki o şiirlere, ah ki o intikamlara, ah ki o mevsimlerin getirdiği adaletsizliklere... Yokuş nankör; mahalle kötü; kirlenmiş hayatlar, bencillikler, sorumluluklar, imkansızlıklar, isteksizlik eldiveni giydirilmiş hırslı parmaklar, aşklar ve hallice birkaç satırdan kurulu küçük dünyaları vardı artık adamların; adamlar; üç-beş melodisi elinden alınmış küçük çocuklarmış aslında.

7 Ekim 2013 Pazartesi

Gelir Bir Tebrizi

Teorilerin felsefe romantizminde tartışıldığı bir ortamda birkaç dakika sonra kendinize uzaktan şöyle bir bakın. Her nasılsa vaziyet birden "o masa gerçekten orda mı" süphesine varıyor çünkü. Ortamda tüm septisizminden ayrılmış olan eleman "orda tabi amk" tepkisini verene kadar da durumun farkına varamıyorsunuz.
Fakültede bir dersimizde "suç ve ceza ilişkisi" işlenirken, bu iki kavrama paralel ve bağlı çoğu teoremi öğrenip sarhoş olduğumuz dakikalarda, "bir eve hırsız girdi. burada suçun konusunu ne oluşturuyor?" sorusuna 5 dakika boyunca sessiz kalan bir sınıf...
Anlatabildim umarım.
Ben başka bir konuya geleceğim. Düşünmek ve okumak arasında kuşkusuz belli bir bağ var. Bu bağı da düşünceler ve bilgiler oluşturuyor. Tekerlemeye dökecek olursak "bilgi-fikir ilişkisi" diyebiliriz.
Bu iki kavramın savaş verdiği bir beyinde kim kazanır sizce? Hangisi ahkam kesebilir?
Elbette çoğunuz "fikri bilgi getirir" diyorsunuz. Da. Öyle mi gerçekten?
En son ne zaman farklı mahalleden çıkan bir yazıyı bilgi edinmek için okudunuz?
En son ne zaman farklı mahalleden gelen bir fikrin dayandığı bilgileri dinlediniz?
Benim uzun zaman olmuş, şöyle dövülürcesine ikna edilmek istediğim son zamanı hatırlayamıyorum doğrusu.
Dinlemeye aç bir insan görmeyeli de uzun zaman oldu. Buram buram konuşmak istiyor herkes. Teşhirci gibi konuşmak istiyorlar. Dinlemeye, okumaya, öğrenmeye, fikir eleştirisine bile sabırsız bir toplumuz sanırım.
Karizma kaybı korkusuyla mı, popülist dünyanın kölesi olmakla mı ilgisi var, bilmiyorum. Her konuyu dönüp dolaşıp buraya nasıl taşıdığımı da bilmiyorum açıkçası. 
Her neyse...
Düşüncelerin de bilgilerin de ahkam kesmesinden sıkıldım. Dinlemeyi özledim. Ahkam kesmeden tartışmayı özledim. Düşünmeden konuşmayı özledim. Bunu özleyen toplumu istiyorum. Masanın varlığını konuşalım biraz, istiyorum.
Şems istiyorum. 
Gelsin yaksın okunmuş kitaplarımı, ona bile razıyım şerefsizim.

1 Ekim 2013 Salı

İsmet'in Şarabı

Ölüm kere ölüm,
Özgürlük kere özgürlük,
Tuğla kere tuğla,
Ve Allah...
Yetişmem gereken kavramlarım var benim,
Ve peşinden koşarken tutunmak zorunda olduğum kara,
Karadan koparan melodilerim,
Çaylarım ve manzaralarım,
Yüzüne bakınca utanacağım realitelerim,
Secdelerim ve dostu kuşkularım,
Yargılarım ve yargılanmalarım,
Sahtece bir mutluluk,
Sahtece birkaç melankoli,
Ve ölümlerim,
Özgürlüklerim,
Özgürlükleriniz ve ölümleriniz,
Tartışır durur olmayan kanatlarımı kırmağa.

Bayağı Bir Yetmez Ama Evet Paketi

Herkesin heyecanlandığı ve içeriğini merak ettiği paket, çoğunluğun tahmin ettiği gibi sona erdi: ağzımıza yine bal çalındı.
Öyle maddeler var ki, "hayal kırıklığı" demek haksızlık olur.
Öyle maddeler yok ki, "yaşasın" demek aptallık olur.

1) Andımızın kaldırılmasına çok sevindim. Ancak yetersiz. Gençliğe Hitabe'nin de kitaplardan kaldırılması gerekiyor. Zira bugünün konjonktüründe bu metin son derece faşizan bir nasihat içermektedir. Aynı şekilde bir tuvalete giderken okutulmayan İstiklal Marşı'nın da azaltılması gerektiğini düşünüyorum. Rezalet bir melodiye sahip olan bu marşın her pazartesi, her cuma, her maç ve tören öncesi okutulması marşın salt manasızlaşmasına neden oluyor.

2) Ana dilde eğitim adına atılmış ilk adım da ümit verici. Uygulamanın en önce özel okullarda yapılacak olması da güzel. Nedenini sorarsanız; birincisi: sorun "ana dilde eğitimin devlet tekelinde verilmesi" değildi, "ana dilde eğitimin serbest bırakılması" idi.
Devlet bu adımla her dilde eğitim verilme serbestliğini getirmiş oluyor.
İkincisi: en sert rejimlerde bile mutedil devlete sıcak bakan biri olarak, devletin istihdam sağlama sorumluluğu olmaması gerektiğini; yalnızca istihdam sağlayana gerekli hizmeti vermesi gerektiğini düşünüyorum. Bu bakımdan da hükümet, "devlet" sıfatıyla faşistlerin ağlamaması için yapabilecek en güzel girişi yaptı.
BDP'nin de şu an sakin ve destekçi olması gerekiyor. Bu yolun sonu Kürtçe'nin anayasada tanınmasına kadar gidecek inşallah.

3) Kamuda başörtüsünün serbest bırakılması elbette güzel. Güzel de... Neyleyeyim yargıya ve askeriyeye giremeyen özgürlüğü? Tahminim hükümetin bu kozu seçimlere saklayacağı yönünde. Bekleyip göreceğiz. Gerekirse eylemler, yürüyüşler düzenlenir. Her türlü özgürlüğün kamuya, yargıya, askeriyeye girmesi için hiçbir engel yok önümüzde.

4) Seçim ve ödenekler konusunda şeklen yapılacaklar beni en başta heyecanlandırdı. Ama işin teferruatını düşününce hayal kırıklığına uğradım. Eğer "demokratikleşme paketi"nden bahsediyorsan, önümüze "yüzde 10 kalabilir"i koymayacaksın. Adam gibi o barajı indireceksin, yahut kaldıracaksın.

5) Okul adına "Bektaşi Veli" ismini vermeyi akıl eden hükümet, köprü adında neden ısrar ediyor? Maalesef Alevi vatandaşlarımızı temsil eden yegane parti olan Halk Partisi (ömrüm boyunca nedenini anlayamayacağım) bu konuda yetersiz. Alevi derneklerinin de inadını kırıp hükümetle temaslara geçmesi lazım. Çoğu dernek maalesef talep etmek, masaya oturmak yerine sert muhalefet yapmakla yetiniyor.

Yani işin özeti: çok çok yetmez, ama evet.

24 Eylül 2013 Salı

İçimdeki Rejim Nefreti - 2

Bana "sence günümüzün en büyük problemi ne" diye sorsalar hiç düşünmeden "müslümanların vaziyeti" derdim. Ama dünyaya yön veren popüler kültürün son yıllardaki en yoğun tartışma konusu olan "özgürlük" kavramını açmak istiyorum biraz.
Günümüzün "en büyük problemlerden biri" olan "özgürlük" sorununu...
"İnsan ne zaman tam anlamıyla özgür olur" sorusuna tek kulvardan bir yanıt veremezsiniz. Bu soru felsefidir, siyasidir, dinidir... Özgürlük için söyleyebileceğim tek şey, özgürlüğün her şeyin üstünde olduğudur. 
Özgürlük; siyasi, felsefi ve dini tüm kulvarlarda üstün bir kavramdır. 
Hatta öyle büyük ve geniş bir kavramdır ki; 16 yaşında bir kızın haftasonu bara çıkması da, secde etmek de, inançsızlığını bağırmak da bu kavramı besleyen olaylardır.
Rejimlere olan nefretimi anlatmak istediğim için, sistem içinde büyüyen "insan"ın özgürlük sorununu yazacağım. 
İlk yazımda rejimlerin toplumlara dayattığı değerlerden ve bu değerlerin ebeliğini yaptığı hiyerarşiden bahsetmiştim. Rejimler bu bağlamda bireylere toplum ve tarih içinde kimin değerli olduğunu; kimi sevmeleri ve saymaları gerektiğini de emrediyor demiştim.
Toplum ve rejim arasında kurulan bu emir-komuta ilişkisinin çok farklı araçları vardır: eğitim, sinema, müzik, edebiyat... Ve tüm bu araçlar tek bir kavram uğruna kullanılır: tabu.
"Rejim bize kimi sevmemiz gerektiğini emrediyor" dendiğinde aklımıza yalnızca siyasi ve tarihi kişiler gelmemeli. Kime aşık olmamız gerektiği, hangi bireyleri "büyük" görmemiz gerektiği gibi özel hayatı da düzenler çünkü rejimler. 
Bu teoriyi ise acayip komplo teorileriyle beslemeye hacet yoktur. "Rejim" dediğimiz kavramı yalnızca yeraltı güçler-devlet kapsamıyor. 
Hegemonya kurabilen tüm kavramlar rejimin çizmek istediği yola asfalt döker. Popüler kültür, kırsal kesim, aile, devlet, cemaat de hegemonya kurarak rejime (bilinçli-bilinçsiz) hizmet eder. 
Bilindik örnek vermek gerekirse: örneğin popüler kültür sizi bir şarkıyı sevmek, sabri sarıoğlu'na ya da nihat doğan'a gülmek zorunda bırakır. Bir satırını okumadığınız Nazım Hikmet'i, Ömer Hayyam'ı; yaşadığından bihaber olduğunuz Castro'yu, kontrgerilla yapılanmasını bilmeden Türkeş'i sevdirir.
Kırsal kesim sizin giyim-kuşamınızı sınırlar; erkek tipini ve kadın tipini belli çizgiler içinde tutar. 
Bu yazdıklarım da birer hegemonyadır. Ve yıkılmaz tabuları size enjekte eden bu sistemin içinde özgür olabilmek de, meseledir. Zordur.
Çünkü tüm bu saydığım iç ve dış etmenlerden çıkmış herkes, kendini sözüm ona özgür addeder. Seçmek özgürlük değildir.
Seçim yapma şansı tanınması, özgürlük değildir.
Modern devlet rejimlerinin verdiği "özgürlük" tablosunu en iyi anlatan karikatür şu bence:


Eminim daha önce de görmüşsünüzdür bu karikatürü.
Şimdi...
Hukuk fakültesinde şöyle bir kavram öğrenmiştim: "pozitif hukuk". Yani "yürürlülükte olan hukuk".
Ben de "pozitif rejim"e bakıp şunu söyleyebilirim: sistem sizin marka meraklısı aptallar olmanızı istiyor. "Armani, burberry, LV, Lacoste"u seçmekte özgür bırakıyor. Ve markaya düşkün aptal bir sınıf çıkıyor ortaya. 
Sistem araçları (eğitiminizle, yaşadıklarınızla, gördüklerinizle) sizin lüksü ve lüks yaşayanı sevmenizi istiyor. "Kalite" tabunuzun limitsiz kredi kartlarından, cam gibi arabalardan oluşmasını istiyor. Bunlar için çalışmanızı; bunlara sahip olanlara saygı göstermenizi istiyor. 
Örnek karı-koca tipini çiziyor, örnek müslüman tipini çiziyor, örnek laik tipini çiziyor; kimin iyi ve kötü olduğunu çiziyor...
Toplum ise bu örneklerden seçim yapıyor.
Nasıl bir eşi ya da arkadaşı olması gerektiğini, nasıl bir müslüman olması gerektiğini, nasıl yaşaması gerektiği düşünmüyor, sorgulamıyor.
Özgürlük?
Neye inanırsa inansın, ne isterse istesin; kendi karar verdiği sürece özgür olur insan. Dayatılmış tabularını yıkarak ulaştığı noktada özgür olur.
Ne mutlu özgür olana. 

devam edecek...

23 Eylül 2013 Pazartesi

İçimdeki Rejim Nefreti - 1

Türk sinema tarihinin en baş köşesine yerleştireceğim birkaç filmden biridir Sinan Çetin'in "Kağıt" filmi. İnce sahneleri anlayanların birbirine kalabalıklar içinde tebessümle bakacağı bir filmdir.
Bir sahnesinde "her yasak kendi isyancısını yaratır" diyor; ki, bana sorarsanız "isyan"ı meşru kılan bir numaralı cümledir.
Buna benzer: her rejim kendi değerlerini yaratır. Ve içine aldığı toplumu yarattığı bu değerlere göre bir hiyerarşiye dizer.
Kapitalist sistemin içinde bir 3. dünya ülkesi olduğumuz için, insana verilen değerlerden; bireylerin önyargıları altında yatan dinamiklere kadar bilumum konuları tartıştığımızda aklımıza ilk başta "para, marka" gibi kavramlar geliyor.
Tıpkı Nazi Almanya'sında toplumun bireylere değer biçerken kurduğu hiyerarşide akla ilk gelen kavramın "ırk" ya da "fiziksel güç" ve hatta "komünist olmamak" olması gibi...
Tıpkı kapitalist sistemin tersine, bürokratik oligarşinin olduğu bir ülkede milyon dolarlık iş adamlarının "memur" önünde el pençe divan durması gibi...
Her rejim kendi değerlerini yaratır, bu değerlere göre toplumu sınıflara ayırır; şekillendirir, ve toplumun bu değerler sınırında insanlara saygı göstermesini, bu değerler çerçevesinde insanları sevmesini bekler.
Rejim topluma bunu yapmasını emreder. Farklı değerlerce bireyleri yargılayan kimselerin ise buharlaşıp gideceğini, öleceğini, sistemin yarattığı kalabalık yüzünden sesini asla duyuramayacağını söyler.
Örneğin faşist düzende "güçlü olan yaşar".
Kapitalist düzende orta sınıf şükreder, fakir sınıfsa karnını doyurma çabasından sisteme karşı ayaklanamaz, ayaklanırsa da sistem onu içine alır. (hapse atar, susturur, öldürür, "terörist" gibi katledilmesini meşru kılacak sıfatlar yükler gruplara)
Sosyalist düzende ise "çalışmayan ölür". Bireylerin aile, din, aşk gibi kaygılardan sıyrılıp devleti kalkındırmak için "herkesin herkes gibi" çalışması gerekir.

Şimdi bu sıkıcı örneklerden arınıp kendi toplumuma bakıyorum. Ve hatta kendime bakıyorum.
"Bir insana değer verirken, toplumumuz neye bakıyor? Sistem bugüne kadar hangi değerlerce insanları yargılamamızı emretti? Ben neye göre yargılıyorum?"
1. Cumhuriyet rejimi, bir insanın üç tipte olmasını istiyordu: türk, sunni, laik... Sistem bu üç özelliği benimsemiş kimselerin yükselmesine izin veriyordu ve üç kimlik dışında elini kaldıranlara...
Türk değil Kürt olana ağır bir devlet politikası uyguluyordu.
Sunni değil Alevi olanı katlediyordu.
Laik/seküler değil dindar olanı ise okula, kamuya, bürokrasiye, meclise sokmuyordu.
Yani yukarıda yazdığım gibi sistem onu "buharlaştırıyordu".
Bugün uygulanan rejimin ne yaptığı ortada, uzun uzun yazmayacağım. Ama sağ merkezin ülkeye soktuğu kapitalist genlerin ne yaptığını da konuşmak gerekiyor.
Şunu anlayamıyorum: faşist düzen, bürokratik düzen, sosyalist düzen ve bu düzenlerin sunduğu değerler, bu düzenlerin sunduğu "örnek vatandaş tipi" bu topluma yanlış geldi; kanını pıhtılaştırdı da, kapitalist düzenin emrettiklerine nasıl "eyvallah" dendi?
Amerika ikinci dünya savaşı'nı kazandığı için mi toplum paraya, güce tapar oldu?
Çok romantik bir yaklaşım oldu sanırım...
Peki anti-entelektüel hegemonyayı başımıza saran; örneğin vicdan, akıl, edebiyat, tarih, felsefe, tasavvuf gibi konuların ahlaksız ticaretin ve markanın aşağısında durmasının nedeni nedir?
Kodamanların her fikir adamından daha saygın olmasının, daha çok sevilmesinin sebebi nedir?
Ve üstelik bu genlerin bize ordan burdan değil, sağ merkezin, muhafazakarların bizzat salonundan bulaşmasını nasıl açıklayabiliyorsunuz?

devam edecek...

21 Eylül 2013 Cumartesi

Kemalizmin İkiz Kardeşi: Tayyipizm

"Lider seviciliği"nin kitleler tarafından bir süre sonra "tanrılaştırma"ya dönüştüğü her dönem için su götürmez bir gerçektir. Ancak bu kitlelerin tanrılaştırdığı liderleri, dinselleştirdiği ideolojileri dışında da bir inançları olduğu için, bir şirk içinde olduklarını asla farketmezler.
Tanrılaştırma çoğunlukla o dönemin iktidar sevicileri tarafından yapılır. "O dönemin" diyorum; çünkü "güce tapma" ve "lider seviciliği" her ne yönden gelirse gelsin ve her ne zamanda olursa olsun şeklen aynıdır. Buyrun, size iki tip örnek:

Ben de pek çok insan gibi kemalizmi bir din olarak algılar; öyle eleştiririm. Kemalist öğretiyi ve Atatürk'ün idolize edilmesini (idol bilinen anlamıyla "örnek alınacak kişi" değil, "put" demektir) rejimin yetiştirdiklerine istediğiniz kadar anlatmaya çalışın; sizi ciddiye almazlar ve aşağılarlar. 
Her neyse...
Yine anıtkabirde secde edenlerden ya da ölü bir bedenden medet umanlardan değil; üst tabakadan bir örnek vereyim: Atatürk öldükten yaklaşık bir yıl sonra, 18.09.1939'da Celal Bayar, Cemal Kutay'a yazdığı bir mektupta ulu şefe olan sevgi ve saygısını anlatırken şöyle diyor: "yapılan her şey sevgili Atatürk'ün ve milli şef İnönü'nün ilham ve yardımlarından kuvvet alan müşterek çalışmaların mahsulü ve rejimin malıdır". Ve mektuptan sonra şöyle diyor: "Ey Atatürk! Seni sevmek ibadettir."
Tabii ki o dönem Atatürk'e tapan çok kimse vardı. Ben bugünün konjonktürüne çok benzer bir örnek olduğu için Bayar'ı yazdım. Öyle zannediyorum, size de tanıdık geldi bu ifade.


Merkez sağ düşüncenin hemen hemen bütününde bulunan ve artık "genleşmiş" bazı özellikler var: radikal sunni bir inanca sahip olmaları ve kapitalist düzene (kibarca liberal ekonomi deseler de) inanmaları ve Atatürk'ün her düşüncesine (bilinçsizce) mesafeli yaklaşmaları. 
(bilinçsizce demesem "hmm atatürkçü heralde" derlerdi...)
Ancak bir geleneği de iktidar olmak olan merkez sağ, kemalistlere yönelttiği tüm eleştirileri, özellikle Ak Parti'nin statüko olma "başarısı"ndan sonra birer birer yaşamaya başlamıştır. Kemalist çizgiye olan nefretleri gözlerini öylesine kör etmiştir ki; dönüp kendilerine baktıklarında aradaki benzerliği farkedemezler.
Merkez sağdan, Ak Parti Bursa Milletvekili Hüseyin Şahin'in ne dediğini hatırlayalım: "Başbakan Erdoğan'a dokunmak ibadettir."
Maşallah, bir nidası eksik kemalistlerden...
En az kemalizmde olduğu kadar, merkez sağda da sayabileceğimiz binlerce örnek var. 
Ama şimdi "putlaştırma bu", "tanrılaştırmak bu", "cahillik bu", "yanlış bu" gibi edebiyatlara hiç girmeyeceğim vallahi. Boşu boşuna vakit israfı. 
"Artık uyan Türkiye'm..." desem de oldu sana Yılmaz Özdil.
En iyisi ufaktan kaçayım. Hadi eyvallah.

15 Eylül 2013 Pazar

Mahallemizdeki İrlandalılar

Şuur kaybı yaşatan tek nesne uyuşturucular değildir. Ve hatta, kapitalizmin yarattığı tüm sabun köpüğü değerler; kısa vadede vakit geçirmek, uzun vadede şuur kaybı yaşatmaya hizmet etmektedir.
Bahsettiğim şuur kaybı, bir dava yolunda yaşanan şuur kaybıdır. Dakikaların hiç çaktırmadan geçmesi, klişe haline gelmiş "(aslında) ihtiyacımız olmayan şeyler" sınıfını besleyerek, şuur kaybından da aşağılık olarak; davasızlaştırıyor.
Kavimler, şehirler, yöreler ve bölgelerin sosyo-kültürel değerlerine ve ekonomilerine göre değişiklik gösteren bu maddelerden her bahsedildiğinde ise aklımıza "şeytan batı" geliyor.
İlk satırda yaptığım gibi; kapitalizmin yarattığı (markalaşma, hızlı yaşam, mekanlar hiyerarşisi vb.) bazı kavramlara saldırıyoruz mesele "dava" olduğunda.
Amenna...
Ancak biraz da farklı bir pencereye yönelmemiz gerekiyor. Batıdan mahallemize gelen ve yeni yüzyıl icadı "karanlığa" sırtımızı dönüp, doğunun gelenekçi ruhunda yatan, asıl şuur kaybı yaşamamıza sebep olan kavramlara inmemiz gerekmiyor mu?
Biat kültürünün ne derece akılları hançerlediği çok aşikar değil mi?
Entelektüellerin günümüzde medyaya ve medyanın toplumu yönlendirmesine yönelik tüm eleştirilerin temelinde aslında biat kültürü yatıyor. Ve biz, burnumuzun ucunda yüzyıllardır yatmakta olan bu hain; aşağılık kültüre kimi doğaüstü korkularımızdan dolayı eleştiri dahi getiremiyoruz.
Batıya yaşatılan şuur kaybının tüm değerlerini; popülist dünyanın müzik ve sinema alemiyle doğuyu dejenere etmek istediğinden; normlarımızı değiştirerek genlerimizle oynadıklarından bahsetmiyor muyuz?
Ya da 1. Cumhuriyet'in yaptığı bilumum inkılapları, dayattığı eğitim sistemini "bir halkın şuurunu, tarihini yok etti" diye eleştirmiyor muyuz?
Buyrun o zaman...
Medyayı, popülizmi, inkılapları ve justin bieber'ı eleştirirken, tüm o doğaüstü korkularımızı yenerek kendi gelenekçiliğimizde yatan ve bizi düşünmekten, çalışmaktan, seçim yapmaktan alıkoyan o korkak; biat aşığı aşağılık değerlerimize de yüklenelim.
Buyrun, size ispatı farazi bir iddia: Anadolu; keramet hayranlığından kurtulmadıkça; ve "dua"nın aslında ne olduğunu kavrayamadıkça, ortadoğuya demokrasi gelmeyecektir.
Anadolu; hocalarını biat edilen peygamberimsi şahıslar olarak görmektense; "tavsiye veren" olarak görmedikçe; ve hocalar anlatmaktan öte müridlerini okumaya, bilmeye ve tartışmaya teşvik etmediği sürece, Filistin özgürlüğüne kavuşmayacaktır.
Nasıl ki Batı marka merakını yenemeden asr-ı saadet yolunun asfaltları dökülmeyecekse...
Nasıl ki akıl ve vicdanın tenceresi salt medya olmaktan çıkmadan; "üstümüze oynanan oyunlar" bundan sonra da bal gibi oynanacaksa...
Doğu da fikri ve zikri olarak ayağa kalkmadığı, kendini biraz daha materyal müslüman yapamadığı ve hatta "materyal" kelimesinden korkmadığı sürece, hiçbir şey olmayacaktır, değişmeyecektir.

12 Eylül 2013 Perşembe

Gündeme Dair

KAVRAMLAR TÜRKİYE'Sİ

Türkiye'de, kesimlerin kendilerini sınıfsal olarak ayırmak için kullandıkları kalıp sözcükler vardır. Ancak bu kalıp sözcükler meşruiyet kaygısıyla kullandığı için; "devrimci, anarşist, yobaz, gerici" gibi kavramlar ya azınlıklar tarafından kullanılır, ya da çoğunluğun karşı mahalleye taktığı bir isim olarak...
Şu an bu meşruiyet kaygısı iki kavram üstünden yürüyor: halk ve millet.
Gezi ile başlayan olaylardan sonra; polisin sert bir tavır aldığı ve hükümeti beğenmeyen kesim kendini "halk" addediyor. Karşılarında ise "millet" var.
Polis "kendi halkına" şiddet uyguluyor...
Halk ise "milletin iradesine" saygı göstermiyor...
Ne yazık ki iki kesim de yalan söylüyor. Ne halk, halk; ne millet, millet... En azından düşündükleri kadar sığ bir sınıfı temsil etmekten çok öte kavramlar bunlar.

DİRENİŞ(?)

Sosyal medya üzerinden "gezi! yeniden..." edebiyatı yapılmaya başlanılıyor. Ancak Gezi Direnişi bir daha olmaz, olamaz da.
En azından 22 yaşında bir çocuğun ölümünün ofsayt pozisyonu tartışır gibi tartışıldığı bir ortamda...
Sokağın tek bir sınıfa ait olduğu ve "yok mu sarışın mavi gözlü bir tane daha" diye arayış içine düşenlerden oluştuğu bir ortamda...
Taktik olarak "çevrecilik iyi tutmuştu" yolu ile kıçtan uydurma yol projelerinin olduğu bir ortamda...
Ulusalcı çirkin aktivistlerin asıl ayrıştırıcı olduğu bir ortamda...
Bugün inatla "durmak yok" diyen sınıfın, salt Gezi'nin içindeki dinamiklerden biri olan TSK aşığı, kemalizm nedir bilmeksizin kemalist ve şovenist insanlardan oluştuğu bir ortamda...
Olmaz efendim. Kasmayınız.
Ve artık sahte direnişinize bir son veriniz. Ölmek ne demek tam olarak anlayabiliyor musunuz bilmiyorum ama, çocuklar ölüyor. Boş yere ölüyor.
Bu sefer "taklit" aslını yaşatmıyor efendiler; taklit ettiğiniz direniş aslını kirletiyor. Faşizan söylemlerinizi kıçınıza tıpa yapıp, sokaklardan ayrılın bir zahmet.

Polislerin tavrını da hala çözebilmiş değilim. Hiç mi salonun ortasında, altında bezle durduk yere ağlayan bebek görmediniz? Ne yapılır ona ben söyleyeyim; hiç bakılmaz.
Suratına bakılmaz...
Sesi duyulmaz...
Yokmuş gibi davranılır...
Bir süre sonra bebe gürültü çıkartarak dikkat çekemediğini anlar, ve susar. Siz neden inatla ağlayan bebelere vuruyorsunuz? Manyak mısınız? 100 kişilik bir kalabalığın üstüne toma sürersen, gaz atarsan, tekmelersen; o 100 kişi 1000 kişiye çıkar. Ki, bunu Gezi'de tecrube etmiştiniz.
Vali Mutlu'nun gözlerinde birazcık IQ parıltısı görsem, umutlu konuşacağım da... Yok...
Ne diyeyim, Allah bu "mini drnş"ten zararsız çıkmamızı nasip etsin.

8 Eylül 2013 Pazar

Mesele Olimpiyat Değil Yiğen

Twitter'ın bomba gündemi birden  #istanbul2020 olunca, son 10 yılda kapitalist vicdanlar üreten bir memlekette nasıl birden şovenist bakışlar doluştu etrafa onu merak ettim, oturdum olimpiyatları google'lamaya başladım.
Tabii ki olimpiyatların ülke ekonomisine sağlayacağı katkı gibi sıkıcı şeyler de yazıyorlardı ancak kimse reddetmesin... Birden vatanperver duyguları ürperdi popülistlerin.
Neyse, olimpiyatların kaç yılda bir nerelerde yapıldığına falan dalarken şunu farkettim: olimpiyatlar, 2020 yılındaydı.
Birden 28 yaşına girdim...
Ufak kardeşlerim, birden 20'li yaşlara adım atmaya başladı...
Babam aniden 60'ına yaklaştı...
Annem tam 50'sinde...
Dedem fotoğrafta flu gözüküyor...
Okul... Yok...
Ev? Hangi evdeydim? Evli miydim?
Çocuk?..
Dava?..
İş?..
Hükümette kim var?..
Hangi yürüyen kelimeler, hangi nefes alabilenlerin mezar taşlarına yazı oldu şimdi?
Haytalık yapmak için de mi çok geç be!

Ve olimpiyatları araştırmayı bitirdim. Google'dan da çıktım, bilgisayarı da kapattım, haber kanallarını da... Öyle uçtum ki, aklıma "tanrı'yı güldürmek istiyorsanız, ona planlarınızdan bahsedin" geldi, güldüm.
Bir insan, bir dakikada "şut çeksene" diyen kardeşini özler mi lan? Özlüyormuş vallahi.

Olimpiyatlar mı çıldırttı bizi? Hala "gezicilerden ötürü" ve "tayyip kazanmasın"cılar kavga ediyor.
Çevrecilik konusuymuş da...
Ekonomi iyiye gidecekmiş de...
Kazanamasak da reklam olmuş da...
Senenin 2020 olacağı hiç mi kurculamadı aklınızı? Korkan, heyecanlanan, sırtını arkaya yaslayıp tavanla bakışan da mı olmadı?
Olimpiyat mı sildi hayal gücünüzü?
Kapitalist fikirleriniz mi aldı kaygı yeteneğinizi?
Şovenizm yapmakla çok mu meşguldünüz zamanı yakasından tutup "otur lan" demek için?

Yoksa ben mi hafiften...
Neyse memleket... Bu da böyle bir anı...

13 Ağustos 2013 Salı

Cemaatin Manifestosu

Cemaat bugün Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı aracılığı ile bir yazı yayımladı. Yazının ana amacı: son zamanlarda cemaatin konu edildiği bazı komplo teorilerine cevap vermek ve vakfın onursal başkanı Fethullah Gülen'i aklamak... 

Yazı çıktıktan hemen sonra yorumlar akmaya başladı. Hükümet ve cemaat arafında olanlar yazıyı bir "manifesto" olarak değerlendirdi. Ben yazının zamanlamasını, içeriğini ve verdiği mesajları analiz ettiğimde, yazının bir nevi "muhtıra" özelliği taşıdığını düşünüyorum. Bu izlenimi kazanmamın nedeni yalnızca açıklamada geçen cümleler değil; cemaatin gittikçe büyüyen "sivil toplum örgütü" sıfatı, faaliyetleri, "vesayet" ile olan mücadelesi ve son derece profesyonelce bulduğum, popüler bazı kavramlar altına sığınarak elde ettiği siyasal güçtür.

Bundan birkaç ay öncesine kadar "Hakan Fidan'ın içer(den) alınmasından bu yana cemaat ve hükümetin arası açık" dediğinizde hemen bir yalanlama geliyordu. İddialarınızı "cemaat yargıyı ve polisi "içine sızma" yöntemiyle ele geçirmek istiyor. Öym'ler kurulduğundan bu yana cemaatin elde ettiği hukuki meşrutiyetler ve emniyete sızdığından bu yana artan yürütme yetkisi
bize şunu gösteriyor: cemaat, vesayet ve vesayetçiler ile olan mücadelesini derin devletin su yüzüne çıkartılarak bir "açık toplum" yaratmak amacıyla yapıyordu. Ancak statükonun ve kemalist zihniyetin topyekün devletten silinmesiyle; cemaat ve ak parti arasında bir statüko koltuğu yarışı başladı" noktasına getirdiğinizde ise size gülüyorlardı. 

Yukarıdaki paragrafta tek bir fikir şemsiyesi altında, cemaatin yargı ve polise sızmasını, ergenekon davasının ne olduğunu, erdoğan'ın aslında niçin cemaate alenen savaş ilan ettiğini ve cemaatin bugünkü endişesini neden taşıdığını yazdım. Şuna eminim, cemaatçi olmayan herkes bu satırları okurken "evet, doğru" diyerek; cemaatçiler ise ya kaygıyla, ya gülerek okudu.

Konuyu fazla uzatmadan yayımlanan yazının analizini yazacağım. 

"Hizmet'e yakın olduğu iddia edilen yargı mensuplarının zaten tasfiye edildiği de kamuoyunun bilgisi dahilindedir.
...vesayetçi çevrelerin dillerine doladığı 'Cemaatçi yargı' ithamının şimdi başka çevreler tarafından gündeme getirilmesi ve bunların bir tepki görmemesi de son derece düşündürücüdür."


İlk cümlede cemaatin ajitasyon yaptığını düşünen kaç kişi vardır? Ya da ikinci cümlede vakfın bir oksimoron çabası içine girdiğini düşünen? 
Muhtirayı bir "gelenek" ya da doğal yollardan kendi kurallarını yaratmış bir "yazı türü" olarak incelemeyen herkes öyle görebilir sanırım. Ancak "muhtira"nın Türkiye'de taşıdığı en önemli geleneğinin (özellikle 28 şubat 27 nisan'dan sonra) "kaygı belirtmek" olduğunu bilen herkes burada vakfın nasıl bir psikoloji ve soyut makam ile konuştuğunu görecektir.

"vesayet kurmak ve iktidara ortak olmakla suçlamak açıkça abesle iştigaldir."
" liyakat ilkesi çerçevesinde bürokrasiye girmiş Hizmet gönüllülerinin olması da doğaldır."
"anayasal bir suç olan fişlenmesi ve sonra da tasfiye edilmesi demokratik değildir."
"Türkiye'nin ilk yasal özel Kürtçe televizyonu da yine Hizmet Hareketi'ne gönül vermiş müteşebbisler tarafından açılmıştır."

Vakıf bu satırlarda kombo ironi şov yapmaya başlamış. Şöyle ki:
Ben yargıya girerim...
Bürokrasiye de "liyakat çerçevesinde(ahahaha)" girerim...
Polisin içinde de olabilirim... (ilk paragraflarda bunu da diyorlar.)
Yasal televizyon benim sayemde de açılmış olabilirim....
AMA VESAYET KURMAK VE İKTİDARA ORTAK OLMAKLA SUÇLANAMAM.

Erdoğan da derine inen cemaatin kollarını kesmek isteyebilir, bunun için tasfiye de yapabilir, dersaneleri de kapatabilir bazı bazı...
AMA ERDOĞAN VE CEMAATİN ARASI İYİDİR, FİTNE SOKUYORLARDIR.

Bakın şimdi, bu satırları tekrar hatırladıkça bütün siyasi analiz ciddiyetimi kaybetmeye ve sinirlenmeye başlıyorum. Ve tüm samimiyetimle yetkili abilere SİZ BİZİMLE TAŞŞAK MI GEÇİYORSUNUZ LAN? diye sormak istiyorum.

Bu konuyu da geçelim. Son olarak, "neden muhtıra?" diye soranlara: 27 nisan muhtırasında genelkurmay başkanlığı şunu yaptı: cumhurbaşkanlığına en büyük adayın Gül olduğu kamuoyunca öğrenildi. Genelkurmay ise "hayır zaten irtica tehlikesi var, ona ses etmiyoruz, ama bizim komutanımız atatürkçü, laik falan olmalı" gibi bir açıklama yaptı. Burada da aynı şikayetçi (tasfiye, başbakanın geniş istihbaratı, ak parti vesayetçi ağzı ile konuşuyor) ve alaycı (nasıl olsa avrupa birliğinde yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik tavrı, ortadoğu'ya yüzümüzü döndüğümüzden bu yana bir gelişme olmadığını bildikleri halde) tutum var. Ve bu bir sivil toplum örgütü açıklaması olmaktan çıkmış; cemaatin uzayan kollarına ve devlet idaresinde ulaştığı güce bakıldığı zaman kolaylıkla söyleyebiliriz ki: bu bir muhtıradır.

Eskiden devlet yönetimi sivil hükümet ve askeriye mücadelesi halinde geçerdi. Askeriye memnun olmadığında muhrıra yayımlardı. Bugün devlet yönetimi ve statüko koltuğu kavgası cemaat ve hükümet arasında geçiyor, cemaat memnun olmadığı anda muhtıra yayımlıyor.

İtirazı olan?

4 Haziran 2013 Salı

Direniş

Toprağından mı, suyundan mı bilmem; bizim topraklarda üstündeki zibilyon gömleği çıkartmadan eleştiri getirebilme kabiliyeti maalesef çok zayıf.

Bir Atatürkçü ile, Atatürk'ün İttihat ve Terakki'deki yerini tartışın mesela...
Ailesi köklü bir Halk Partili ile İnönü'nün Lozan'da yaptığı hataları...
Ailesi köklü bir merkez sağ partili ile Menderes'in yaptığı hukuksuzlukları...
Ülkücü ile Türkeş'in neden ABD'de eğitim aldığını... 
Milliyetçi bir sunni ile dersim katliamını, 77 Mayıs'ını, diyarbakır cezaevini...
Osmanlı hayranı cahil kimseye "Osmanlı'da şeri hukuk ikinci plandaydı, şeriat ile yönetim yoktu yani" deyin; size verecekleri tepkiye donup kalacaksınız...

Bunun gibi yüzlerce örnek sayabilirim. Futbola hiç girmedim mesela... 
Eskiden hep, oluşturamadığımız bu tartışma ortamının her anlamda fanatizm kaynaklı olduğunu savunurdum. Taraf tutmak ile taraftarlık arasındaki farka bağlardım bu gerilim ortamını. 
Ama artık görüyorum ki; bunun altında yatan sebebin az bir kısmını oluşturuyor fanatizm. Asıl altında yatan sebep; fanatizmden öte Tanrılaştırmak, ve bilgisizlik...

Sen kafasında merkez sağ liderlerini -belki de farkında olmadan- putlaştırmış biriyle tartışıyorsun...
Sen kafasında Atatürk'ü ve silah arkadaşlarını -belki de farkında olmadan- putlaştırmış biriyle tartışıyorsun...
Sen kafasında Gezmiş'i, Marx'ı, Che'yi (ve hatta Castro'yu bilmediği halde) -belki de farkında olmadan- putlaştırmış biriyle tartışıyorsun...

Ve yine, bunun gibi yüzlercesi... Karşındaki bırak seni anlamayı; dinlemeyi bile "günah" olarak içselleştirmiş kendine. Kapatmış bütün kapılarını, kulaklarını. Dondurmuş aklını. Bir de üstüne bilgisizlik... Bilgi edinme konusunda anlamsız bir iştahsızlık... 


Ben büyüme çağımda Ak Partiliydim. Tam bir Erdoğan hayranıydım. Büyürken "cumhuriyet" hakkında öğrendiklerim; cumhuriyet hakkında her şey: tohumlarının ekildiği yıllar, ilk yılları, oluşan değişim, halk fırkasının kurduğu statüko, inkılaplar... Beni Erdoğan'ın kurduğu sisteme daha da hayran bırakıyordu. Ezber bozandı Erdoğan; statükoya başkaldırandı, özgürlükçüydü, aldığı müthiş halk desteğine rağmen demokratik kalmayı başaran bir liderdi...

Ak Partiye kapatma davası açıldığı zaman, nasıl ağlayarak dua ettiğimi ben billiyorum. "Bana özgürlükçü"leri ilk o dönem tanıdım diyebilirim. Ben "AKP kapatılmamalı, halk seçti bu partiyi, demokrasilerde bunun yeri yok" diyordum. Yanımda Ak Partili, özgürlükçü kimseler de vardı. Hepsi son derece destek veriyordu bu görüşlere, aynı fikir sofrasından hem de.

Konu "parti kapatma" olduğu zaman, ben bugünkü BDP ve eski uzantılarının -o dönem adı: DTP- kapatılmasına da karşı olduğumu söylüyordum. 
Demokrasi, aynı demokrasi... Oy verenler, her iki partiye de, insan...
AKP kapatılmasın diye hemfikir olduğum insanlar, DTP'ye aynı tavır alındığında iki türlü tavır alıyorlardı: ya umarsız bakıyorlardı, ya da kapatılsın istiyorlardı. 
O dönem anlamıyordum tabii; ama sonra anlıyor ki insan, DTP'nin kapatılmasını isteyen o topluluk, Kürt halkını ve Kürt haklarını kendince şeytanlaştırmıştı. "Kürdistan" dediğin an, şehadet getirmen gerekiyormuş gibi bakıyorlardı sana.
(Bu psikolojiyi anlamanız için Mehmet Altan'dan "Kürtler Şeytan Soyundan Mı" kitabını tavsiye ederim.) 
Oysa ki Kürdistan, coğrafi bir bölgenin de adı...
Çiller zamanında siyasi hakları sınırlandırılmasaydı Kürtlerin, bugün terör bu kadar büyümezdi, artık kapatılmasın, 21. yüzyılda nereden çıkmış bu diyorsun... PKK'lı diyorlardı sana. "Memleket neresi" diyorlardı...

Başörtüsü konusu patlak verdi sonra... Başarıyla geçirdiler yasaları. Üniversitelerde uygulamaya koydular. Destek verdim. Sağıma bakınca; bıyık altından sırıtarak mutlu olan insanlar görüyordum, soluma bakınca da bir kaygı: "ileride kamuya da sokacaklar..." diyorlardı. Ortaya bakıyordum; "devletin dini olmaz" minvalinde cümleler kuruyorlardı.
"Kamuya mı sokacaklar? Yok canım..." diyen oluyordu. Şaşırıyordum. "Neden? Kamuya girince ne oluyormuş, kime ne zarar?"

O dönem, liberallerde bir patlama oldu. Ben de aval aval "liberalim ben" diye gezmeye başladım ortalıkta. Özgürlükçüydüm çünkü; insanın özgür olması gerektiğini, devletin hizmet etmek için var edilen bir yapı olduğunu, herkesin kendi inanç ve doğrularını sonuna kadar yaşayabilmesini istiyordum.
O dönem farkında değildim, şimdi biliyorum: belirli bir idenin altına girdiğin zaman, tam anlamıyla özgür olamazsın... 

Yine zaman geçti... Birkaç ay önce özgürlükçü olanlar, Kürtlere verilen en doğal hakların karşısında duruyorlardı. Yine iki farklı tavır vardı: ya "bunlara çok yüz vermeyecen hacı" diyorlardı; ya da "burası Türkiye, beğenmeyen..."
Aa! Dur be yavrum! "Beğenmeyen İran'a gitsin" diyorlardı sana bundan bir vakit kadar öncesinde, sana n'oluyor?

Dedim ya... Yüzlerce örnek sayabilirim. Artık şunu idrak etmiştim: bu ülkede bir "özgürlük" problemi var mı bilmiyorum ama, "özgürlükçü" problemi yaşadığımız kesin. Kimse, kendi hayatına dokunmayan özgürlüklere sırt vermiyor. Ama mesele kendi fikrinin beslendiği duvara gelince, diğer insanları destek olmamalarından suçlamaktan da geri düşmüyor.

"Devlet"in yakın zaman farkı statükolar altında ne faşist uygulamalar yaptığına bakalım:



Sembolik bir fotoğraf. Kapalı kızlar üniversiteye başörtüleriyle alınmıyor ve ikna odalarına sokularak açılmaları için konuşuluyor. 
Bu zulme ses çıkaranlar, "kendine özgürlükçü" kimseler; devamına da iyi bakalım, olur mu?



                  
                                           -reyhanlı için-
 




                                            -uludere için-






                                               -1 Mayıs-





                                            


                                              -29 Ekim-


Her protestoya... Her yürüyüşe... Daha niceleri var koymuyorum fotoğrafını: femen yürüyüşü, 19 mayıs, bakana protesto...

Bugüne gelelim.
Taksim'de Gezi Parkı diye bir yer varmış. Ömrü hayatım boyunca bir kez gittiysem, yerini biliyorsam namerdim. 
Buraya bir kışla, avm ya da her ne sikimse; bir şey yapılacakmış. Bunu duyan çevreciler, oraya gitmişler. Çadır kurmuşlar. Oturma eylemi yaparak, "doğayı katletme" demişler.











Protesto yok... Küfür yok... Slogan da yok... Dozerler gelmiş sonra Gezi Parkı'na, yıkacağız demişler. Bir-iki bakıldıktan sonra, ortada bir hukuksuzluk olduğu da ortaya çıkınca topluluk artmaya başlamış.
Durun! Taş sopa yok henüz... Hukuksuzluğa rağmen polis gelince oraya, kitap okuma eylemi yapılmış. Süreyya Önder siper olmuş dozerin karşısına.

İç işlerinden, emniyet müdüründen, bakanlıklardan, kışlayı yapacak inşaat firmasından bir açıklama? Yok!





Bu da sonradan gelen terörist çapulcular ve akıl almaz eylemleri:









Devamında da olaylar patlak veriyor. Bakın; ortada bir hukuksuzluk var, eyvallah. Ama hukuksuzluktan çok vicdansızlığa dokunmamız gerekiyor. Bu masum eylem nasıl bu kadar büyüdü, kitlelere; ilçelere, illere kadar uzandı ve hala dinmiyor? İlk günden bir kaç kareye bakalım:























Zorbalığın, orantısız gücün, zulmün meşruiyet kazandığı her şeyi reddediyorum. İdeolojik görüşünüz ve iktidarı kaybetme korkusuyla ortaya çıkan her gerçekte, yükselen her seste zorba kullandı Ak Parti statükosu. Bu zorbalığın elçisi olarak da polisi seçti. Uzun zamandır halka alınan bu tavır, poliste bir alışkanlık haline gelmiş olacak ki; çevreci bir eylemde bile açıklama yapmaksızın coplarla, biber gazlarıyla müdahale ediyorlar insanlara.
Üstelik alınan bu vicdansızca tavırdan sonra bir özür bile gelmiyor. Kalabalığın bu sefer de zorbalıkla ve zulümle dağılacağı bekleniyordu ki...

Bu sefer yemedi be gülüm! Bu sefer insanlar canının yanmasını, ölüm tehlikesini gaza alıp -pardon, göze alıp- döküldü sokağa "YETER!" demek için. 
Bir ağaç için mi diyorsun... Ben hayatımda hiç çevreci olmadım. Mesele ağaç değil evet; mesele 3-5 satır yukarıda görmüş olduğun fotoğraflardır. 

Mesele, dün hayatını kaybeden 9 ve 21 yaşlarındaki çocuklardır.
Mesele, her olayda sandıktan aldığı güçle halkının canını yakmayı hakkı gören insanlardır.
Mesele, zulme karşı ayakta durmaktır; partizanlıktan, idelerden her türlü alt kimliklerden sıyrılıp...
Mesele; bardağı taşıran son damladır. Direniştir, mesele. 

Ancak son birkaç gündür, direnişin fikri kavgasında gelinen noktanın "eöö o zaman siz de şunu yaptınız hadi bakalım" noktasına gelinmesi ise, bir hayli üzücüdür.

Yazının başında da söylemiştim; bizim toplulumuzda bir putlaştırma ve bilgisizlik sendromu yaşanıyor. Ortada dolaşan bunca fotoğraf ve videoya rağmen, vicdan ve inanç sahibi -olduğunu iddia eden- kimselerin, inat ve ısrarla Erdoğan'a arka çıkmaları bunun bir göstergesidir.
Ak Partili bir arkadaşım, olayların çıktığı ilk günde şunu demişti: "Neden bilmiyorum... Bu adam ne yapsa arkasında dururum ben... Ne yapsa ama... Padişahımız o bizim... Ne yapsa haklıdır..."

Şaka yapmıyorum! Allah herkese, bu cümleyi Peygamber Efendimiz için kurmayı  nasip etsin. Büyük bir iman göstergesi neticede. Her neyse...

İlk günlerde bir çaba içerisindeydim. "Hadi!" diyorum, "hadi! içiniz yanmıyor olamaz şu olup bitenlere; bir ses çıkartmanız gerekiyor" diyorum. Çıt yok... Neden? Nedenini anlatayım...

Öncesini klişe 1-2 cümle ile anlatabilecek kadar bildikleri "devlet" kavramını, "kendi kafalarında" adamlar ele geçirdikten sonra; devletin söylediğini "ayet" olarak içselleştiriyorlar. 
Öyle ki; örneğin "burada şunu yapıyorlar" dediğiniz zaman; "yasak ama kardeşim, dinleselermiş" diyorlar. "Gezi Parkı'nda bu eylem de mi yasak? Bu insanlara yapılan ne?" peki diyorsun; "gitmeselermiş" diyor.
Düşünemiyor, zamanında "başörtüsü ile okumak ve çalışmak" da yasaktı, biz bu yasağa başkaldırarak buralara geldik. 

Diyorlar ki; "tamam, polis haksız OLABİLİR. yanlış yaptığı şeyler OLABİLİR. ama oradakilerin çoğu..."

Bakın, benim inancım şudur: zulmün olduğu bir yerde en fazla sesi müslümanım diyenin çıkarması gerekiyor. Bununla ilgili onlarca ayet ve hadis mevcut. Ama sen; sevgili sözde mümin adam! Sen kıçını oturttuğun yerde, zulmün devam etmesi için dua ediyorsan, ölümün olduğu bir yerde hala "susun o zaman, gitmeyin" diyorsan, ayağa kalk da vicdanını bir tart derim.

Dış mihrapların, CHP'nin oyunudur bu diyen adam! Bu oyunun bitmesi, senin iman ettiğin adama bağlı değil mi? Bugün Arınç'ın dilediği kadar özür dilese... Projeyi geri çektim dese... Polisin de ufak bir kulağından çekse, meydanların dağılacağını sen de bilmiyor musun?
Madem dışarının oyunu bu; neden bozmuyor senin iman ettiğin adam? Neyin inadıdır bu vesselam?

"Oradaki çoğunluk..." masalları anlatan adam! Ben oralara gittim; oraları gördüm. Anlatayım: toplananların çoğu, flama-bayrak-ideolojik slogan istemiyorlar. Sabaha doğru ne kadar çöp varsa; ellerinden geldiğince toplamaya çalışıyorlar. Polis bir müdahale yapana kadar; yalnızca alkış tutup tribün marşı söylüyorlar.
Polis müdahalesi başladığı zaman kaçışanlar; nefes alamadıkları, yüzlerinin gözlerinin yandığı o kargaşada çarpıştıkları zaman "çok pardon... afedersiniz..." diyor. Apartman içlerine sığındıklarında, elinde limon-süt olanlar, kendi yanan canından önce tanımadığı adama yardım ediyor. O kalabalık ve kargaşada, apartmanda kalanlar rahatsız olmasın diye çıt çıkarmıyorlar.
Bedava yağmurluk dağıtıyorlar. Evden yemek getiriyorlar "nöbet devri" için.
Etrafı yakıp yıkmak isteyen provokatörlerin üstlerine yürüyorlar. Kıyıda köşede kıble hesaplayıp vakit namazlarını kılıyorlar. 

Biz de rahatsızız provokatörlerden, senin rahatsız olduğundan çok hem de... Hoş, senin hoşuna gidiyordur bu gelişmeler, vicdansız davanda haklı çıkıyorsun diye seviniyorsundur sen.
Ama; madem "YA TAMAM POLİS ŞEY DE ORDAKİLER..." masalları okuyorsun; gel de kalabalık et yanımda! Gel de çoğunluk biz olalım! Yiyor mu? 
Yok, gelirsen; hatta gelirsen değil, biraz olsun "hakkaten zulüm var lan, hakkaten ayıptır lan bu" dersen, içinden bile olsa, bir kere, şehadet getirmen gerekecek bir psikolojidesin sen. Diyemezsin o yüzden... Hissedemezsin de... 

Direnişçi kardeşim! Bizim görevimiz, sokağı provokatörlerden arındırmaktır. Sökülen kaldırım taşlarını yerlerine koymaktır. Elinde içki olanları evine yollamaktır. Haklı olduğumuz bu yolda, bizi haksız kılmaya güçleri yetmeyecek olsa bile karşı durmalıyız onlara. 
Sadece sokağı kirletenler, direnişin kirli yüzü olanlara karşı değil; ideolojik slogan atanları da susturmalıyız. Ben şahidim; İstiklal Caddesinde "Mustafa Kemal'in askerleriyiz" diye bağıran şuursuz grubu Çarşı'nın nasıl dağıtıp susturduğunun...
Ben şahidim; yanımda 3-5 çapulcu otobüs durağını yumruklarken onlara bağırdığımda, kovmaya çalıştığımda arkamdan gelen 100 kişilik gruba... 
Ben şahidim dayanışmamıza, haklılığımıza, niyetlerimizin iyi oluşuna... Gelin, herkesi bu tavra şahit yapmak için susturalım onları. Kovalım meydanlardan!

Direnişe bilinçli/bilinçsiz, çıkarcı/çıkarsız karşı gelen kardeşim! Ben başörtülüye zulüm edilirse de karşısında olacağım; Kürtlere, Alevilere, Ermenilere, sağcıya-solcuya zulmedildiğinde de. Benim Allah'ım bunu emrediyor, Peygamberin bunu öğütlüyor diye. İnsanım diye, vicdanlıyım diye, müslümanım diye...
O yüzden bana karşı tarafın absürd örnekleri sıralama, tutmaz. Sana tavsiyem; her gün oturduğun yerden bir kere gidip görmediğin insanlar hakkında atıp tutacağına, otur dua et bu iş bitsin diye. Gücün varsa siyasilere ulaş, soru sor "neden polis çekilmiyor, neden özür dilenmiyor" diye. Olur mu?

Ek olarak: Direnişte yapılanlarla ilgili çok daha fotoğraf ve video da mevcut internette. Buraya daha fazla koymayacağım o yüzden. Şu günlerde yükselen duygu ve tansiyonlarla edilen küfürler ağır kaçmış olabilir, ben kimsenin üzerine alınmasını istemem.
Attığım o ağır twiti şu koşullarda yazdım: Beşiktaş meydanında insanlar alkış yapıyor ve tribün marşları söylüyordu. Ne sökülen bir kaldırım vardı ortada, ne de ideolojik slogan... Sadece alkış...
Birden karşımıza 2 Toma ve polisler çıktı. İnsanlar geri çekildi. Geri çekilen insanların üstüne onlarca biber bombası atıldı, tazyikli su atıldı. İnsanlar ne olduğunu anlayamadan dükkanlara, apartmanlara sığındı. Nefes alamıyorduk. Gözlerimiz yanıyordu. Esnaf ve belediye çalışanları yüzümüze sprey sürüyor, limon sıkıyordu. Sonra bir daha biber bombası... Bir daha... Bir daha... Bir pasaja sığındım. Alt kadında bekliyorduk, içeri gaz girmene rağmen kepenkleri yarı açık tutuyorduk insanlar girebilsin diye. Yatsı ezanı yakındı; o kargaşada bir arkadaşım akşamı nerede kılabiliriz diye sordu, pasaj içinden biri bize yer gösterdi. Arkadaşım namazı kılarken, sıra bana gelmeden içeri, pasajın içine iki tane biber bombası atıldığını gördük. Arkadaşımın gözleri kıpkırmızı, namazı tamamlamaya çalışıyordu. Biz de onu bekledik canımız yanar ve ne olduğunu anlamaz halde. 
İçin sıkıldı mı? Devam ediyorum...
Seccade niyetine kullandığı tişörtü aldı arkadaşım, üst kata çıktık. Tüm pasaj duman altı olmuştu. "Ne oldu?" diye sordum. Aldığım cevap: "Bir adam geldi. "İçeri alıyor musunuz, nefes alamıyorum" dedi, "buyur kardeşim" dedik, "tamam o zaman, bir dakika" dedi, dışarı çıktı, maskesini taktı, altımıza iki tane biber bombası attı!"
Donup kaldım. Arkamdan ağlama sesi geliyordu, çığlık çığlığa...




Kız 12 yaşında... Dersaneden çıkmış, kör oldum diye ağlıyordu. Ortalık biraz durulunca sığındığımız yerde twitter'a baktım. Okuduğum birkaç twit: "iyi oluyor... vurun allahsızlara... kitapsızlar..."
Ne yazmamı bekliyordunuz? Hiç öyle ayaklanmayın bilmem ne demiş arkadaşına diye, futbolda tribünlerde söylediklerimizi alınıyor muyduk?
Burada da alınmayıverin... 

Selametle kardeşlerim! #direngeziparkı